Atatürk inkılaplarından eğitim alanında olanlar

Atatürk inkılaplarından eğitim alanında olanlar
Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-öğretimin birleştirilmesi)

Osmanlı Devletinde Selçuklulardan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle 18. yy. sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan okulların yer aldığı eğitim sistemi mevcuttu. Müfredat programı ve kuruluş amaçları birbirinden çok farklı olan medreseler ile Avrupa tipinde kurulmuş olan okullardan mezun olan insanlar birbirinden oldukça zıt dünya görüşlerine sahiptiler. Adeta iki tip insan yetiştiriliyordu. Bir an önce birliğin sağlanması gerekiyordu. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar Bey ve elli arkadaşı tarafından Tevhid-i Tedrisat hakkında bir önerge hazırlanarak TBMM’ye sunulmuştur. Bu önerge 3 Mart 1924 yılında TBMM genel kurulunda yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiş ve böylece eğitim ve öğretim birleştirilmiştir[12].

Halk Mektepleri

18. yy.’a kadar Osmanlıda devletin üstlendiği halka yönelik bir eğitim görevinden söz etmek pek mümkün değildi. Halka yönelik genelde vakıflar, hayır kurumları ve yöre halkının maddi ve manevi katılımları ile sağlanıyordu. 18.yy’dan sonra bu eğitim kurumlar devletin kontrol ve denetimi altına girmiş olmasına rağmen bazı değişikliklerle kendine özgü varlıklarını imparatorluğun sonuna kadar sürdürmüşlerdir.

a) Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

genel eğitim sistemi ve kurumları dışında olmakla beraber Osmanlı toplumsal yaşamında imparatorluğun çöküşüne kadar etkin olmuş kuruluşlardır. Bunlar genelde tarikat şeyhi ve müritlerin yaşadıkları ibadet yaptıkları ve tarikat törenlerinin düzenlendiği yerlerdir. Bunların şehir ve kasaba içindekilerine “tekke”, tarikat bağlıların yolculukları sırasında konakladıkları, ibadet ve ayin yaptıkları taşradakilerine de “zaviye” denir. Gelirleri vakıflar tarafından karşılanır. Tekke ve zaviyeler İslam dininin yayılmasında çok büyük payları olmuştur. Bu payların en büyüğü Anadolu’nun İslamlaştırma politikası Balkanların İslam dinin yayılması konusunda çok büyük katkılar sağlamıştır. Sporcuların yetiştirilmesinde de gayret sarf etmişlerdir. Toplumsal ve kültürel etkinliklerin yozlaşması nedeniyle 1925 yılında kapatılmıştır[13]

b)Sibyan Mekteplerinin Kapatılması

geleneksel Osmanlı “Mahalle mektepleri” olarak nitelene bilecek ilk öğretim kurumlarıdır. Cami ve hayır kurumlarıyla iç içe olan bu kurumlar vakıflarca ve mahalle halkının yardımıyla eğitimlerini sürdürebilmektedirler. Belli bir programları yoktur. Fatih sultan Mehmet koyduğu medreselerde sibyan okulu öğretmenleri için ayrı dersler koydurmuştu. Bu dersleri okumayanların öğretmenlik yapması yasaktı. Ancak bu yasak hiçbir zaman uygulanamamıştır. Halk, öğretmenin yaptığı işleri faydalı bulduğu ve din öğretmeni ihtiyaç olduğu için öğretmenin geçi,minide kendisi sağlıyordu[14].

c) Medreseler

Osmanlı toplumsal ve kültürel yaşamında önemli yer tutan Osmanlı bilim hayatını yönlendiren kurumlardır. Genellikle bir avlu içerisinde sıralanmış odalardan meydana gelen “Ders çalışılan yer” anlamına geliyordu

Medreseler Osmanlıya Selçuklu yoluyla geçmiştir. 18. yy’a kadar tek ve en yüksek eğitim yapan kurumlardır. İlk Osmanlı medresesi Orhan Gazi tarafından 1331 yılında “İznik Orhaniyesi” adıyla kurulmuştur. Medrese öğreniminde en önemli yeri Arapça tutuyordu. Ana dil olan Türkçe medreselerde okutulmuyordu. Serbest tartışmaya, düşünce özgürlüğüne gözlem ve deneye yer verilmiyordu. Öğrenim çoğunlukla ezbere dayanıyordu. Bilgisizliğin günlük yaşam toplumsal ilişkiler ve devlet yönetiminde açtığı olumsuzluklar, toplumsal ve bireysel düşüncenin gelişmesini engellemiştir.

Eğitimin yeni Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşabilmenin vazgeçilmez tek aracı ve Ulasal birliğin en önemli unsuru olduğunu gören eğitimde birliğin mutlaka gerçekleştirileceğini, yeni kuşağın öğretmenlerin esiri olacağını söyleyen Atatürk yeni Türkiye’nin genç kuşakların omuzlarında yükseleceğini görüyor; eğitimi en önemli sorun olarak değerlendiriyordu[15].

Latin Harflerinin kabulü (Harf İnkılabı)

Orta Asya’da iken Göktürk ve Uygur alfabesini kullanan Türkler, İslamiyet’in kabulünden sonra Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Diğer Müslüman Türk devletleri gibi Osmanlı devletinde de Arap alfabesi kullanılıyordu.

Arap harfleri Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış bulunduğundan Türk diline uymaktan çok uzak idi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Arap harflerinin göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında bu harflerin Türkçe’nin yapısına uymadığı görüşü ağırlık kazanmaya başladı[16].

Osmanlı toplumu 1929 Tanzimat hareketi ile başlayan batıya yöneliş döneminde yeni bir takım ihtiyaçlarla karşı karşıya gelince Osmanlı Türkçe’sinde de Islahat ihtiyacı doğmuş “sadeleşme hareketi” şeklinde bir dil davası ortaya çıkmıştır. Tanzimat’tan sonra Servet-i Funün (1896-1901) döneminde de dilde sadeleşme hareketi ateşli bir fikir mücadelesi halinde devam etmiştir. Dilde sadeleşmenin en önemli basamağı “Yeni lisan” akımıdır. 1911 yılında çıkan genç kalemler; Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Kazım Nami, Akıl Koyuncu gibi kalemler Milli Edebiyat, ancak Milli bir dille yaratılır görüşünden hareket etmişlerdir. Mustafa Kemal son noktayı koyarak Türk milletinin kullandığı kelimeler milletin malı olmuştur dedi ve çağın getireceği yeni ihtiyaçlara isim olarak Türkçe konulacağını belirtmiş ve 1 Kasım 1928’de ise şimdiki alfabemiz kabul edilmiştir[17].

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu