Atatürk’ün milli ahlaka dair görüşlerini belirten anıları nedir?

Atatürk’ün milli ahlaka dair görüşlerini belirten anıları nedir?
Gerçekten de, ahlakiyet özel fertlerden ayrı ve bunların üstünde, ancak toplumsal, milli olabilir. Milletin toplumsal düzen ve huzuru, bugün ve gelecekte refahı, mutluluğu, güvenliği ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerleme ve yükselmesi için insanlardan, her hususta ilgi, gayret, nefsin özverisini ve gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını isteyen, millî ahlâktır. Mükemmel bir millette, millî ahlâk gerekleri, o millet bireyleri tarafından âdeta düşünülmeksizin vicdanî, hissî bir güdü ile yapılır. En büyük millî duygu, millî heyecan, işte budur. Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet büyüklerinin evde, okulda, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her bireyine bırakmaksızın ve sürekli olarak verecekleri millî eğitimin amacı, işte bu yüksek millî duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır.

Ahlâkın millî, toplumsal olduğunu söylemek ve ortak vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlâkın kutsal sıfatını da tanımaktır. Ahlâk kutsaldır; çünkü, aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir çeşit değerle ölçülemez.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 361-362)

Millî ahlâkımız, uygar esaslarla ve özgür fikirlerle beslenmeli ve sağlamlaştırılmalıdır. Bu, çok önemlidir; özellikle dikkatinizi çekerim. Korkutma esasına dayanan ahlâk, bir erdem olmadıktan başka güvene de lâyık değildir.
1924 (M.E.İ.S.D. 1, s. 19)

Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine benzer. Bu yüksek ahlâk, hiçbir milletin ahlâkına benzemez. Ahlâkın millet oluşmasında yeri çok büyüktür, önemlidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 358)

Büyüklere saygı iyi bir ahlâktır.
1919 (Atatürk’ün S.D.II, s.2)

İnsanlara karşı son derece müşfik ve hoşgörülü olan Atatürk’ün yüreği, millet ve insan sevgisiyle doludur. Onu tanıyanlar her zaman bitmek bilmeyen sabrını, fedakarlığını, insan sevgisini takdir etmiş ve medeni kişiliğini gıpta ile izlemişlerdir. Cemiyet hayatına düşkünlüğü, sosyal ilişkilerdeki başarısı ve candan konuşmaları ile tanınan Atamızın tüm bu özellikleri, aslında onun güzel ahlakının bir yansımasıdır. Büyük Önder, yaşadığı zor şartlarda bile bu kişiliğinden taviz vermemiş her zaman çevresindekilere neşe, canlılık ve moral vererek kendisini tanıyan her insanın kalbinde çok önemli bir yer edinmiştir.

11
Çocuklara karşı şefkatini her fırsatta gösteren Atatürk, Osmaneli İstasyonu’nda bir öğrencinin okuduğu şiiri dinlerken.

Atatürk’ün güzel ahlakı, Türk Milleti için her ne pahasına olursa olsun hizmeti kendine ilke edinmesinden ve bu uğurda hiçbir özveriden kaçınmamasından anlaşılmaktadır. Fedakarlık için asıl önemli olanın ulusun ve vatanın esenliğini ve güvenliğini sağlamak olduğuna inanan Atatürk gerekirse bu uğurda canını bile feda edeceğini söylemiştir:
“Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.
Ahlakı ile de her zaman Müslüman Türk halkına örnek olan Atatürk son derece merhametli, şefkatli ve bağışlayıcı bir yapıya sahipti. Yakın çevresinden bir dostu Mustafa Kemal’i şu sözlerle anlatmıştır:

“Duruma göre esnek davranmasını bilir, kimseye asla kin tutmaz, ne kadar kızarsa kızsın bir zaman sonra onu affeder, olanları unuturdu. Bu yüzden çevresindeki bir çokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerini alırdı.”

Atatürk’ün ahlakında ailesinin muhafazakar ve manevi değerlerine bağlı olmasının çok büyük rolü olmuştur. Çocukluğunde iyi bir aile terbiyesi görmüştü. İlk din eğitimini annesi Zübeyde Hanım’dan almış ve yine dindarlığıyla tanınan babası Ali Rıza Bey’in güzel ahlakından da etkilenmiştir. Mazbut bir ortamda büyüyen Mustafa Kemal çevresinde, küçük yaşlardan itibaren efendiliği ve candanlığıyla tanınmıştır.

Atatürk’ün ilişkilerinde saygı ve sevgi esas olmuştu. Ve Mustafa Kemal insana her zaman hak ettiği değeri vermişti. Kalbi milletinin bireylerine karşı sevgi ile dolu olan Atatürk her zaman, “Millet sevgisi kadar büyük bir mükafat yoktur” derdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri, çevresiyle olan insan ilişkilerini hep yumuşak, sıcak ve içten tutmuş olmasıdır. Herkese sevgi ve iyi niyetle yaklaşır, her an yardımseverliğini ön planda tutmaya çalışırdı. Çevresinin kalabalık olmasından çok hoşlanır, devlet ve bilim adamlarını akşam yemeklerine davet eder, ülke meselelerinden bahseder, onları çok güzel ağırlardı.
Özel hayatında büyük bir sadelik içinde yaşayan Atatürk, sahip olduğu bu üstün ahlak özelliğini göstermek için birçok çocuğun hamiliğini üstlenmiş, birçoğunu da manevi evlat olarak kendine seçmişti. Atatürk’ün manevi evlatları, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra, Mustafa, Abdurrahim, İhsan’dır.

Bir ulusu yok olma tehlikesinden kurtaran Atatürk, insanların küçük görülmesinden hoşlanmaz, her kim olursa olsun, Allah’ın yarattığı bir kul olduğu için ona değer verilmesi gerektiğini düşünürdü. Milletinin ayrı ayrı her evladına kıymet verir, herkesin de birbirine aynı değeri vermesini isterdi. İnsanları küçük düşürecek tavırlar, alay ve lakap takma gibi çirkin ahlak özelliklerini hiç sevmezdi.

14
Atatürk, güzel ahlakıyla hem Türk Milleti’ne hem de tüm dünya milletlerine örnek olmuş eşsiz bir liderdi.

Karşısındaki insanı küçük görme ve ona alçaltıcı lakaplar takmanın İslam ahlakında da çirkin karşılanan bir tavır olduğunu bilen Atatürk, o dönemde kentlerde yaşayıp da köylüleri küçük gören vatandaşlara, şiddetle karşı çıkmış, köylüyü küçük gören, onların cahil, anlayışsız ve kaba olduğunu savunanlara ve birbirlerine hakaret kastiyle “köylü gibisin” diyen kişilere, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi köylüdür” diye karşılık vermiştir. Köylünün layık olduğu değeri göstermek için de gittiği yerlerde bu sözünü tekrarlamıştır.

ANILAR

Atatürk, güzel ahlaklı olduğu kadar aynı zamanda çok ince düşünceli bir insandı. Neşeli, nüktedan yapısı ve keskin zekası ile açıkları kapatır, kimsenin utanacağı bir duruma düşmesini istemezdi. Bir ülkenin Kralının katıldığı yemekli bir davette gelişen bir olay onun güzel ahlakını yine ön plana çıkarmıştı. Atatürk’ün bu olay esnasında gösterdiği ince davranışı şöyle anlatılmıştır: “Yemek sırasında garsonlardan biri, fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki büyük porselen tabakla yere yuvarlandı. Sofradakiler utanç içinde önlerine baktıkları bir anda Atatürk sanki hiçbir şey olmamış gibi Kral’a doğru eğilerek : Bu millete herşeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim. diye hem meseleyi kapattı, hem de ortalığı neşeye boğdu. Garsona da ‘vazifene devam et! Emrini verdi.

Atatürk geçen dünya harbi başladığı zaman Türk ordusunda Alman general ve subaylarına mühim mevkiler verilmesinin aleyhinde bulunmuştu. Alman mareşali Falkenhayn bu gibileri itirazdan vazgeçirmek için çeşitli çarelere başvuruyordu. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın yedinci ordu kumandanlığına hareket edeceği günün gecesi, İstanbul’da Akaretler’de 74 numaralı eve Alman mareşalinin karargahında memur olan bir Türk kurmay subayı ile genç bir Alman subayı geldiler. Ufak sandıklar içinde bazı şeyler getirdiler. Mustafa Kemal sordu:
– Bunlar nedir?

Alman subay cevap verdi.

– İstanbul’dan ayrılıyorsunuz; size Mareşal Falkenhayn bir miktar altın göndermiştir.

– Bu paralar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisliğine gönderilmesi lazımdı.

– Efendim, o da başka…

Mustafa Kemal paranın ne kadar olduğunu anladıktan sonra, Alman subayının önünde, onları teslim aldığına dair senet imzaladı; fakat Alman subayı bunu kabul etmedi. O zaman Mustafa Kemal Türk subayına emretti:

– Bu zabit bilmiyor, senedi alsın. Mareşale versin ve siz de paraları gelip alması için levazım reisliğine haber gönderiniz…

Bir kaç ay sonra Atatürk yedinci ordu kumandanlığını, vekil olarak Ali Rıza Paşa’ya bırakmış, ayrılmıştı; altınları da ona teslim ederek makbuz almıştı. Bu makbuzu iki yaverine verdi ve emretti.

– Mareşal Falkenhayn’e gidiniz; kendisini görünüz; bu makbuzu vererek benim imzamın bulunduğu kağıdı ondan alınız!

Mareşal Falkenhayn yaverine:

– Mustafa Kemal Paşa’ya böyle bir para verdiğimi hatırlamıyorum; bende imzalı senedinin bulunduğunu da bilmiyorum. Bunun için Ali Rıza imzalı kağıdı da kabul edemem! dedi. Mustafa Kemal Paşa şu haberi yolladı;

– Verdiğiniz altınlar olduğu gibi duruyor; onlar için size senet verilmiştir. Sizde böyle bir senedin bulunmayışı altınları yok edemez. Vesikayı kaybetmiş olabilirsiniz; o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz; aldığınıza dair siz bize makbuz veriniz! Ben altın için memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan değilim. Paralarınız duruyor, fakat onlardan daha kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz!

yenilseydik suçlu ben olacaktım..
Bir aralık konu İstiklâl Savaşı’na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata’yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
– İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
– Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.

Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

Ord. Prof. Sadi IRMAK

YANINA ALDIĞI İLK ER

O, Samsun’a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O’na sordu:
– Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar’daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
– Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu’nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
– Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er’in omzuna elini koydu:
– Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.

Burhan Cahit MORKAYA

İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR

Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
– Kuva-yı Milliye’ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

Falih Rıfkı ATAY

Kaynak: Falif Rıfkı Atay – Mustafa Kemal, Mütareke Defteri, 1955

TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM

Afyonkarahisar’ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
– Binbaşı mısınız?
– Hayır.
– Albay mı?
– Hayır.
– Korgeneral mi?
– Hayır.
– Peki nesiniz?
– Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
– Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..

General SHERRIL

İZMİR SUİKASTI

İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
– “Ziya Hurşit’in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
– Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
– Evet, dedi. Ben yine sordum:
– Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
– Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
– Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
– Hayır.
– O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
– Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
– Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.

Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yahya Galip KARGI

ATATÜRK NASIL BİR TOPLUM İÇİN MÜCADELE VERDİ?
Atatürk, Türkiye’nin yalnızca Türklerin olmasını, Türklerin “son müstakil Müslüman-Türk Milleti” olarak kalmasını istiyordu. Kendinden sonra gelecek nesillere iyi bir ortam sağlamak için tüm hayatını vakfetmiş olan Atamız, Müslüman Türk Milleti’nin esaret yaşamaması ve başka milletlerin içinde asimile olmaması için mücadele ediyordu. Bu mücadelenin mukaddes bir dava olduğunu belirten Atatürk bakış açısını şöyle açıklamıştı:
“Türkiye Türkler içindir; ve Türkiye bağımsız olmalıdır. Mütareke imza edildiği zamanki sınırları esas sayılmaktadır. Ve anlaşma şartlarının bu bakış açısıyla uygunsuz olan kısımlarına karşı mücadele edilecektir. Bu bir hak harekatıdır. Ve İslam aleminin yardımına da dayanıyoruz. Türkler son müstakil Müslüman milleti olduğu gibi müstakil kalacaktır.”75
Ulu Önder Atatürk’ün amacı halkı bir çatı altında toplayarak, Türkiye’yi dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesinin üstüne çıkarmaktı. Böylelikle Atatürk tüm Müslüman milletlerin birlik içinde hareket etmesini ve tüm Şark milletlerinin örnek alacağı bir “lider Türkiye” kurulmasını istiyordu:
“Türkiye, azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü, müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şark davasıdır. Ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”76
Ulu Önder Atatürk, güzel ahlakın, özgürlük ve demokrasinin yaşandığı, Türk-İslam birlik ve beraberliğinin olduğu, ırk ve sınıf ayrıcalığının yapılmadığı, çağdaş ve ilerici bir Türkiye hayal ediyordu. Bu ülke fertlerinin yüksek bir ruha özenen, ailenin ve devletin kutsiyetine inanan, kadına değer veren, üretken ve çalışkan bireylerden oluşmasını istiyordu. Dine saygılı bir laiklik anlayışının egemen olduğu, zor ve baskının olmadığı, hoşgörülü uzlaşmacı bir toplum düşünüyordu. Atamızın hayalindeki Türkiye için ilk şart bu hak dava içinde birarada yürümekti. Şimdi bu konuları sırası ile inceleyelim.
57
“Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar bu vazife bitmeyecektir. Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir. Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim.”79
YÜKSEK RUHA ÖZENEN BİR MİLLET
“Büyük davamız, en medeni, en müreffeh olarak varlığımızı yükseltmektir.”77
Müslüman Türk Milleti’nin İslam’dan gelen haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksektir. Milliyetçi-mukaddessatçı bir kültürü benimsemiş Türkler, tüm dünyanın tanıdığı tarihi bir misyona sahip, yüksek bir ruh taşırlar.
Mustafa Kemal Atatürk kendisinde taşıdığı yüksek ruha Müslüman Türk Milleti’nin de layık olduğunu biliyor, bu nedenle, “Yüksel Türk, senin için yükselmenin sınırı yoktur, işte parola budur” diyerek herkesin daima büyük hedeflere doğru yürümesini arzu ediyordu.
Atatürk’e göre Türk Milleti, tarihini övünçle doldurmuş bir ulustur. Tarihin en eski devirlerinde beşeriyete karşı yerine getirdiği kültürel vazifelerini yeniden, bu sefer daha mükemmel bir şekilde gerçekleştirmeye hazırlanan bir millettir. Mustafa Kemal bu konuda şunları söyler:
“İnsanlar daima yüksek necip ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket tarzıdır ki, insan olanın vicdanını, dimağını bütün insanlık mefhumunu tatmin eder. Bu tarzda yürüyenler ne kadar büyük fedakarlık yaparlarsa o kadar yükselirler.” 78

İşte Müslüman Türk Milleti’nin bu yüksek ruha ulaşması için Mustafa Kemal’in yukarıdaki paragrafta dediği gibi mukaddes değerlere yürünmesi ve “dört elle’ sarılması” gerekir. Atatürk yürünecek bu yolu, “milli ahlak”olarak isimlendirmiştir.
MİLLİ AHLAKIN HAKİM OLDUĞU BİR TOPLUM
“Mükemmel bir millete ‘milli ahlak’ın icapları, o milletin fertleri tarafından, hiç tereddüt etmeksizin vicdani ve hissi bir zevkle yapılır. En büyük milli heyecan işte budur.”80
Atatürk, Türk Milleti’nin, başka bir milletin boyunduruğu altında yaşayan bir millet olmasını asla istemiyordu. Bunun için yeni kurulan ülkeyi, güçlü bir çizgiye oturtacak maddi-manevi birçok tedbirler almıştı.
Atatürk, güçlü bir millet için ilk şartın milli ahlak ilkelerine riayet etmek olduğunu ifade ederdi. İşte bu sebeple milliyetçi ve muhafazakar bir kimlik belirlemiş olan Atatürk, milletin milli ahlakla ahlaklanmasının ancak mukaddes değerlere sadık kalması ile mümkün olacağını anlamış, milletin sahip olduğu onuru korumak için şu sözleri söylemiştir:
“Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Tam tersine Allah da Hz. Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor.”81
Atatürk, milli ahlak anlayışını ‘mukaddes bir değer’ olarak kabul etmiş, bu inancını birçok defa ifade etmiştir. 1930 yılında kendi el yazısı ile yazarak teslim ettiği notlar arasında da, “Ahlak mukaddestir: Çünkü aynı kıymette eşi yoktur. Ve başka hiçbir çeşit değerle ölçülemez” şeklinde bir sözü yer almaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu