İnsanlar Neden Yaratıldı?

İnsanlar Neden Yaratıldı?
Gerçek şu ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’ duygularını hissedebildiğimiz için, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını sorabiliyoruz ‘Bu benim’ diyebildiğimiz içindir ki, ‘bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz

İNSAN VAROLUŞU GEREĞİ kendi varlığını, çevresini sorgulayan ve sorgulamalarına bir cevap bulamadığı sürece tatmin olamayan bir yaratılışa sahiptir Kendisini varlık âlemine gönderen Zât’ı tanıdığı ve varoluşunu tanımlayabildiği ölçüde bir huzura kavuşabilir “Nereden geliyorum, nereye doğru gidiyorum?” gibi temel sorgulamalarındaki veriler çevredeki varlıkların var oluşuyla örtüştüğü için cevaplanması ve ispatlanması bir derece daha kolaydır Ancak, kendi varlığına özgün kalan “Ne için varım? Varlğımı anlamalandıran gerçek nedir?!” sorgulamasında çevresel verilerden yoksundur Bu soru kendi içerisinde açıklanması gereken bir sorunsaldır

Bu tarz sorgulamalarda vahiy yol gösterse de, genellikle aklı devre dışı bırakacak derecede aşikar cevaplar vermez Çünkü, İstenen cevap sorgulamanın içerisinde gizlidir Aşikar cevaplar ise sorgulamanın önünü kapatacaktır

Bu evrendeki her bir nesnenin varoluşuna dair etraflıca ve derinlemesine bir irdeleme yapıldığında iki temel gerçekle yüzleşme yaşanır:

Birinicisi, bir yaratıcı kesinlikle vardır Bu yaratıcı, kainatta görerek muhatap olduğumuz icraatlarından anlaşıldığı üzere ve kendi vahyî kelâmı olan Kur’ân’ın vasıflandırdığı kesinlikte, sıfatlarına bir sınır konulamayacak, nesnel bir tanımlama yapılamayacak derecede müteâldir, yücedir Sıfatlarında ne bir sınır vardır, ne de bir çirkinliğin yerleşmesi tasavvur edilebilir Her bir mahluku aracısız bizzat kendisi yaratmaktadır Bu yaratmalarda icraatına vasıtalık yapan ve yapabilecek olan hiç bir şey bulunmamakatadır İkinicisi ise, bu yaratmalarda daima bir maksat gözetilmektedir Bu maksatlar yine yaratıcının sıfatları ile uygunluk gösteren bir kudsiyet içerisindedir Yani maksatlar dahi müteâldirler

Doğan güneşten yağmur damlasına, gezegenlerin mevkilerinden çekirdeğin zarına kadar mahlukatın tümünün yaratılışında gözetilen maksatlardaki müteâliyetin, mahlukatın efendisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmaya aday insanın yaratılışında gözetilmemiş olması tasavvur edilemez Aynı zamanda, kainatın nihayetinde yaratılan, tüm esma-i ilahiyeye ayna ve muhatap olması cihetiyle küllî bir küll olan insanın var edilmesindeki maksat, bir ağacın meyvesinin ağaçta kendini gösteren hakikatlerin tümünü bünyesinde barındırması gibi, kainatın tamamında kendini gösteren maksatların tümünü buluşturacak kadar müteâl olmak durumundadır

Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kainattaki durumu diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur

İnsan ise ne melek, ne de hayvandır İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek özelliklerle donatılarak yaratılmıştır Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılan insanın, gerçek bir lezzeti tatması, yaşadığı kaygılar ve elemler sebebiyle imkansızlaşır Bu imkansızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve senâ cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve faydalanma cihetiyle hayvanları geçebilir

Diğer taraftan insanın zemini meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir İnsanın yaşamsal zemini hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur Üstelik bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahluk olarak insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır Meleklerde nedereyse kaçınılmaz bir şekilde açığa çıkan ibadete karşılık, insan ibadetini, kendi iradesini kullanarak gerçekleştirebilir Bu durum da insanın ibadetlerindeki verimi düşürmektedir

Öyle ise, meleklerin mükemmel ibadetlerine karşılık, sönük ve hatalarla dolu bir ubudiyetten başka birşey elinden gelmeyen insan neden yaratılmıştır? İbadetleri mükemmel bile olsa inasanın yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur? Yaratılmasına ihtiyaç duyuldu ise, bu durum, Yaratıcının yaratılmışa bağımlı olması gibi bir çelişkiyi ortaya çıkaracaktır İhtiyaç duyulmadıysa, yaratılamasının arkasındaki gerekçe ne olabilir?

Özetle Varoluş Gerçeği

“Ben gizli bir hazineydim Açığa çıkmayı diledim”
—Hadis-i Kudsî

Öncelikle, ‘ihtiyaç’ yaratılmışlara özgü bir olgudur Yerine getirilmediği takdirde aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar için solunum gibi, yemek, içmek gibi Eylemin yönü ise, dışarıdan içeriye doğrudur Muhtaç olan varlık aciz duruma düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar Sıfatsal gereklilikler ise, yerine getirilmediği takdirde aciz bırakmaz, ancak o sıfata gölge düşer Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek ‘hekimlik’ sıfatının gereğidir Bu yardımı yerine getirmediği zaman hekim olan şahıs acziyete düşmez, ancak sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur Bu durum o sıfatı çirkinleştirir Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir Neticesinde ihsanın olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez Bu tarz gerekliliklerde eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemal mertebedeki erdemler dışarıda tezahür etmek isterler

Örnekleyerek açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler söylemeye, Mevlana’yı mesnevîler yazmaya özlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemal mertebede erdemler sahibi olan Zat’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli yaratmakla meydana koymuştur Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kainat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir

İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikuladeliğin ve kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler Alemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkan verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varoldukları için, tasdik ve itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi kaçınılmazdır Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar

İnsan ise, kainatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir muhatap olarak yaratılmıştır Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa çıkması mümkün değildir Bu nedenle kemal mertebedeki sıfatları şiddetle görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını gizleyecektir ve gizlemiştir Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta çatlayacak, nevş-ü nema bulacaktır Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep bulunacaktır Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir

İnsandaki özgünleşmenin temel şartı özgürlük, özgürlüğün gereği ise irade, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır İrade ise ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır İşte, hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan sürecine tabi tutulacaktır Ancak, bu insanî açılımın bir netice verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret alemlerine alınacaktır Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç sınırlandırılacaktır İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm takdir edilmiştir

Bu kainatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azami bir noktada verim alınmaktadır Öyle ise bu işleyen süreç en üst düzeyde bereketlendirilecektir Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verilmiş, şeytanlar birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir

İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır Tüm bunlar ve ihtiyacı olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne konulmuştur Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber (sav) önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir Artık insan neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir

İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir Böylece insan, kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye çalışmaması için özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır

Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır

İnsanın mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir Fıtrat dediğimiz bu ‘öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır Hakla batılı ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir Düşüncelerin görsel planda değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir Coşkulara dönüşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir

Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir Gerçek şudur ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’ duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını sorabiliyoruz ‘Bu benim’ diyebildiğimiz içindir ki, ‘bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz Şefkat duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkanını bulabilecek miydik?

Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik?

Özetle insan, doğrudan bir etkileşim içerisinde kalmadan, O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları ‘özgürce tasdik’, ‘coşkularıyla ifade’, ‘gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve ‘görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde sunmak’; nihayet, ‘O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere yaratılmıştır Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır Bu çabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Adem’e secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu