19. yüzyılda çağdaş felsefesinin özellikleri nelerdir?

19. yüzyılda çağdaş felsefesinin özellikleri nelerdir?

19. YÜZYIL FELSEFESİ

Felsefe tarihçilerinin, geleneksel sınıflamasına göre, 17.yy. da başlayan modern felsefe üç yüzyıllık bir dönemi kapsamaktadır.

Modern felsefe, skolastik düşüncenin, tanrımerkezci ve uslamlamacı çözümlemelerine karşıt savlarla biçimlenmiştir. Modern dönem, ortaçağın aşamalanmış varlık anlayışını yıkan, insana daha merkezi bir rol veren yaklaşımlar ile karakterize edilebilir.

Felsefe tarihini izleyerek, düşünürleri anlamaya çalışanlar için, dönemin fonundaki tarihi süreci göz ardı etmenin, anlama sorunlarını arttıracağını düşünmekteyiz.

Avrupa, 19.yüzyıla Fransız İhtilali sonrası Napolyon savaşları ile girmiştir. Koalisyon savaşları hemen tüm Avrupa’yı yeni düşüncelerle tanıştırmış ve geride kaotik bir ortam bırakmıştır. Avrupa sahnesine yeniden düzen verilmesi çabaları, yüzyılın ilk çeyreğini de belirleyen gelişmelere neden olmuştur.

Çağa damgasını vuran diğer olgu da, İngiltere’nin öncülüğünde başlayan ve diğer Batı Avrupa güçlerine yayılan Sanayi Devrimi’dir. Önceki iki yüzyılda bilimlerdeki ilerleme ivmelenerek teknolojideki gelişmeler ile sürmüştür. Bilimin, yaşama edimsel yansıması olan teknik, hızlı dönüşümlerin dinamik gücünü oluşturmuştur. 19.yy.daki olgucu, sosyalist, liberal, milliyetçi görüşlerin ortaya çıkmasını ancak bu gelişmeleri dikkate alarak anlamlandırabiliriz.

Yüzyılda olup bitenlerin bütüncül çerçevesini verdiğimiz tablo ve kısa açıklamalara, sayfamızdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.

Aşağıda, yüzyıla egemen olan düşünceleri özetleyen alıntı metinleri sunuyoruz.

19.yy.Felsefesi
Başlıca Akımlar

XIX. yüzyılın en belirgin özelliklerinden biri, dizgeler oluşturmaya oldukça güçlü bir eğilim duymuş olmasıdır: Bireşim, çözümlemeye üstün tutulmuştur. Yüzyılın başında, bu eğilim özellikle Alman idealizminde ortaya çıkmaktadır. Kant anlığın yaratı işlevini vurgulamış olduğundan, bu düşünce yayılmış ‘ romantizmin oluş-düşününe katılmıştır. Bundan da, Johann Gottlieb Fichte’ in (1762-1814), Friedrich Wilhelm Joseph Schelling’in(1775-1854) ve özellikle Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) idealist dizgeleri ortaya çıkmıştır. Hegel, gerçekliği, sav ve karşı-sav ile yeni bir bireşime giden saltık usun diyalektik gelişimi olarak tasarımlamaktadır. Hegelci felsefe, bütünsel bir usçuluk olup aynı zamanda hareketli ve evrimci karakteriyle de oldukça romantiktir.

Bilimlerden türemiş olan birçok dizge, kısa bir süre sonra, bu idealizmin yerini almıştır. Öncelikle, Alman maddeciliğiyle birlikte Ludwig Feuerbach’ı (1804-1872), Jakop Moleschott’u (1822-1893), Ludwig Buchner’ı (1824-1872) ve Karl Vogt’u (1817-1895) analım. Bu kişiler, ruhun varlığını bile yadsımakta olup köktenci bir belirlenimciliğin (determinizm) yandaşıydılar.

Bundan başka, Fransa’da August Comte’ca (1798-1857) kurulmuş ve ardıllarının İngiltere’de John Stuart Mill (1806-1873), Almanya’da Ernst Laas (1837-1885) ve Friedrich Jodl’un (1848-1914) başı çektiği olguculuğu anmamız gere gerek. Bu kişilerin tümü için, felsefe, mekanikçi açıdan düşünülen bilimin bir bireşiminden başka bir şey değildir. Bu iki eğilim. Charles Darwin’in (1809-1882) ünlü Türlerin Kökeni (1859) adlı yapıtında ortaya koymuş olduğu ve türlerin evrimini salt mekanikçi bir anlayışla inceleyen öğretiden büyük ölçüde yüreklilik almışlardır. Böylelikle romantik ve Hegelci evrim düşünü bilimsel bir temel kazanmış ama aynı zamanda da mekanikçi bir açıklamaya yönelmiştir. Evrensel bir öğreti olmuş ve tekçi bir evrimciliğe götürmüştür. Temel savunucuları arasına Thomas Henry Huxley’i (1825-1895) ve özellikle de Herbert Spencer’i (1820-1903) katmıştır. Ernest Haeckel ise (1834-1919) en tanınmış vülgarizatörü olarak boy göstermiştir..

1850-1870 yıllarında, mekanikçi evrimcilik ve çoğu kez de maddeci evrimcilik Avrupa’daki baskınlığını koruyacakmış gibi gözüktü. Ancak 1870’lere doğru, önce İngiltere’de Thomas Hill Green (1836-1882) ve Edward Caird (1834-1908) ile, sonra Almanya’da önemli bir okulla, Otto Liebmann’ın (1840 1912), Johannes Volkeltin (1838-1930) ve örgütlü bir öğretim merkezi yaratan Marbourg ve Bade okullarının temsil ettiği yeni-kantçılıkla bir idealizme dönüş başgösterdi. Fransa’daysa Charles Renouvier (1815-1903) yeni-eleştiricilik akımını başlatmaktadır. Bir başka önemli Fransız idealistiyse Octave Hamelin’dir (1856-1907). Ancak bu öğreti, ağırlığını sadece saltık biçimde ortaya koyamamıştır; öyle ki güçlü olgucu ve evrimci eğilimler yüzyılın sonuna dek birlikte ayakta kalabilmişlerdir.

Böylelikle, XIX yüzyıl Avrupa düşüncesinin gelişiminde üç dönem ayırt edilebilir. İdealizm, evrimci bilimcilik, ve bu iki akımın bir arada varolması. Karşıtlıklarına rağmen, her iki akımda da ortak özellikler vardır: dizgeci olma eğilimi, deneysel dünya karşısında kararlı bir usçuluk, fenomenler ötesi dünyaya sızabilmeyi yadsıma ve hatta fenomen dünyasının yadsınması ve son olarak, insan varlığını, saltık ya da evrensel evrim içinde temellendiren tekçi eğilim. Usçuluk, fenomencilik, evrimcilik, tekçi anti-kişiselcilik ve büyük dizgelerin kurulması geniş ölçüde, XIX. yüzyılın çehresini ortaya koyan özellikler olmaktadır..

İkincil Akımlar

Bununla birlikte, idealizmle olgucu evrimcilik, zamanın düşüncesine egemen olan biricik akımlar değillerdir. Bu ,akımlara koşut olan daha az önemli ve görünüşte pek büyük bir etki bırakmamış, ancak etkisinin gerçek önemi yine de az olmayan iki eğilim daha gelişim göstermiştir.

Romantizmden çıkan usdışıcılık, öncelikle, Hegelci usçuluğa karşı cephe almaktadır. Usdışıcı akımın sözcüsü, Arthur Schopenhauer’dir (1788-1860). Schopenhauer’e göre, saltık olan us değil, kör ve usdışı bir istençdir. Schopenhauer yanında yer alan ve bir din düşünürü olan Danimarkalı Sören Kierkegaard. (1813-1855), usçuluğa yöneltilen saldırıyı daha da ötelere götürmektedir. Daha önceleri, Fransa’da, buna benzer ancak daha az belirgin istenç ve usdışıcı bir eğilim, François-Pierre Maine de Biran’ca (1766-1824) savunulmuştur.

Bu yüzyılın daha sonraki bir döneminde, usdışıcılık, bilimci usçuluğa bir saldırı yöneltmiştir; bu saldırısında, Darwinci evrim kuramına dayanmaktadır. Bu akımın peygambersi sözcüsü, yaşam atılımının usa üstünlüğünü ileri süren, tüm değerlerin yeniden gözden geçirilmesini öngören ve bir üst-insan inancı yaratan Friedrich Nietzsche’dir (1844-1900). Wilhelm Dilthey’ın (1833-1912) felsefesi de kaynağını evrimcilikten almaktadır. Dilthey, tarihin öncelliğiyle felsefenin göreceliğini savunmaktadır. Görececilik, özgün bir biçim altında, Georg Simmel’in (1858-1918) kişiliğinde de kendisine bir sözcü bulmuştur.

XIX yüzyılın felsefi düşüncesinin öteki ikincil akımıysa, metafiziktir. Bu okulun filozofları, fenomenlerin ötesinde yer alan bir dünyaya ulaşabileceklerini ileri sürmektedirler. Bunlarda, somut insanın sorunlarının daha geniş şekilde kavranmasına bağlı metafizik çoğulculuk eğilimleri sık sık gözlemlenebilmektedir. Ancak metafizik bu dönemin önemli bir okulu olmamakta, düşünürleri yalıtılmış olarak kalmaktadır.

Çağdaş Avrupa Felsefesi-J.M.Bochinski-Çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu- Kabalcı Yayınevi.

19. Yüzyılda doğa ve tarih bilimlerinin gelişmesi ve Hegel Okulunun dağılması

1830 – 40 yılları arasında özellikle Almanya’da en yaygın olan felsefe okulu Hegel Okulu idi. Bu da özellikle Hegel felsefesinin kapalı ve mantıksal bir dizge (sistem) oluşundan ve yönteminin ve ilkelerinin çeşitli dallara uygulanabilmesinden ileri geliyordu. Bu dizgenin kapalı ve mantıksal oluşu Hegel’in felsefesini bir okul yaratmaya elverişli kılıyordu. Bu Hegelci okul yalnız filozofları değil, kültür bilimleriyle uğraşanları da, hukukçuları, iktisatçıları, sanat tarihçilerini de içine çekmiştir. Bu yayılmanın bir nedeni de Hegel’e bağlı olanların Prusya Devletinden büyük yardım görmeleridir; giderek Hegel felsefesi hemen hemen Prusya’nın devlet felsefesi olmuştu. Hegel öldüğü zaman felsefesi bütün Alman üniversitelerine egemendi herbirinde profesörlerden temsilcileri vardı. Ama Hegel’in ölümünden hemen sonra okulu çeşitli partilere ayrılmıştır. Hegel, örneğin Kant kadar yaşasaydı okulunun yıkılışını görecekti.

Alman felsefesi 19. yüzyılın ortalarında, Hegel’in ölümünden (1831) aşağı yukarı 1870 yılına değin, bu yüzyılın başlangıcındaki dış görünüşü gibi parlak bir tablo göstermez. Felsefe kültür yaşamı üzerindeki etkisini gittikçe yitirir. Hegel’in felsefesi gerçi ölümünden hemen sonra gelen yıllarda geniş alanlarda tanınıyor ve etkisini gösteriyordu, ama felsefenin tablosu gittikçe biçim değiştiriyordu. Dünya görüşünde gittikçe artan idealizmden ve fizik ötesi spekülasyonlardan yorulmuştu bu yüzyıl ve daha temelli görüşler istiyordu. Dev adımlarıyla ilerlemeye başlayan yeni doğa bilimi büyük rol oynadı bunda. Bundan dolayı 19. yüzyıla tarih yüzyılı dendiği gibi doğa bilimi yüz yılı da denmektedir. Hegel’in önsel (a priori) ilkelere dayalı doğa felsefesinin yerini doğa araştırıcıları çevresinde tümevarım yöntemiyle yapılan sağın araştırmalar aldı. Genç kuşaklar Hegel’in derslerinin dinlendiği salonlar yerine doğa araştırıcılarının laboratuvarlarına gitmeyi yeğlediler.

Hegel felsefesinin dağılmasında —bir bakıma yıkılmasında— hem içten —Hegel’in kendi felsefesinde açık bıraktığı yerlerden— hem de dıştan gelen nedenler var. Dış nedenler arasında gözleme ve deneye dayalı bilimlerin Hegel okuluna karşı koyuşunu ve doğa biliminin gelişmesini, bir de tarih araştırmalarını gösterebiliriz. Özellikle 1840-60 yılları arasında gelişen pozitif bilimlerin sağın (exacte) olguları bulmak, saptamak ve bundan yasalara varmak olan tutumu karşısında Hegel felsefesi bir çeşit kavramlarla oynayan, yapay bir kuruluş etkisi yapıyordu. Hegel’in doğa felsefesi, doğa biliminin gözünde bir oyundan başka bir şey değildi.

Bu doğa biliminin gelişmesiyle de Hegel’in idealizmine karşı bir materyalizm doğmuştur. Çıkış noktaları da şuydu: Gerçek olan şey gözleyebileceğimiz şeydir. Bizim için önemli olan ölçebilmek ve tartabilmektir. Ama bu ölçü ve tartı da ancak maddesel olan şeylere uygulanabilir. Öyleyse asıl gerçek bu uzay ve zaman içinde bulunan cisimler dünyasıdır. Bu maddesel olan şeyler arkasında bir gerçek aramaya kalkmamalıdır. Tek gerçek maddedir.

Materyalizm 19. yüzyılda doğmuş ‘bir akım değildir, kuramsal bir görüş olarak her kültür döneminde bulunabilir. Maddeyi evrenin ilkesi yapan eski Grek Atomcularından Leukippos ve Demekritos’tan beri bu materyalist düşünce çeşitli biçimlerde ortaya çıkmış, Hıristiyan Orta çağında bile büsbütün ortadan kaybolmamıştır. İngiltere’de 17. yüzyılda (Th. Hobbes), Fransa’da 18. yüzyılda (Lamettrie ve Holbach’ın “System de la nature”) ayrıca Aydınlanma yazınında yüksek düzeye ulaşmıştır. 19. yüzyılın ortasında beliren materyalizm ise Hegel felsefesinin yıkılmasında başlıca etken olmuştur. Bu akım Hegel felsefesinin idealizmine savaş açmıştır. Başlangıçta doğa gerçeğine duyulan ilgi, duyusal – maddesel dünyaya yöneliş sonunda atom – mekanik doğa açıklamalarına ve mekanik dünya tablosuna varıyor. Almanya’da özellikle genç doğa araştırıcısı Ludwig Büchner (1824-1899) materyalist hareketin öncüsü olmuştur. Büchner’in “Güç ve Madde” adlı yapıtı Alman materyalizminin İncili gibi görülmüştür bir aralık. Her gücün bir maddeye bağlı olduğu düşüncesi ile bu evrenin dışında olan herhangi bir yaratıcıyı kabul etmez Büchner. Böylece her şeyden önce ölümsüz bir ruha karşı savaş açılır. Canlı ile cansız arasında öz ayrılığı ortadan kaldırılır; canlı mekaniğin yalnızca karmaşık bir sorunu olarak görülür. Evrende ereklilik diye bir şey yoktur. Doğanın içinde ve dışında tin ülkesi diye de bir şey yoktur. Tanrı inancını da tanrıtanımaz Büchner —Feuerbach’la birlikte— insanın kuruntusu olarak görmüştür. Eğitimi, kültürü, bilimi insanlığın en iyi ustaları, öğretmenleri olarak göstermiştir. Ahlâk da, ona göre, materyalizm içinde sağlam bir dayanak bulabilir ancak, bu da bu dünyada yeterince bulunabilir. Materyalizm Alman felsefesinde Feuerbach ve Marks’ta en güçlü temsilcilerini bulmuştur.

Hegel felsefesinin yıkılmasının dış nedenleri arasında tarih araştırmalarını da gösterebiliriz Tarihçiler Hegel’in düşüncesindeki salt akla dayalı birtakım yapay kavram kuruluşlarına karşı çıkmaya başlamışlardı. Hegel’de tarih olgularına yeterince bir saygı bulunmadığını ileri sürmüşlerdi. Hegel’den sonraki dönemin büyük Alman tarihçisi Leopold von Ranke (1795 – 1846) “tarihteki olguların nasıl olup bittiğini görmek için ben’imi ortadan kaldırmak istiyorum”, “Ben tarihi nasıl geçmiş ise öyle görmek isterim, hiç bir zaman tarihi aklımın kurduğu biçimde görmeye çalışmam” der. Bu tarih okulunun görüşüne göre tarih öznel görüşlere değil de, arşiv belgelerine dayanan bir bilim olmalıdır.

Hegel Okulunun yıkılmasının nedenleri arasına okulun kendi içindeki parçalanmayı da katmak gerekir. Buna da Hegel’in felsefesinde açık bıraktığı bulanık bıraktığı yerler, özellikle din ve politika ile ilgili görüşleri neden olmuştur. Hegel’in kendisinin bağlı olduğu dine karşı tutumu nedir? Siyasal gelişmelere karşı tutumu nedir? Bu iki soruya kesin bir yanıt verilemez Tanrı öğretisi, kişisel ölümsüzlük, İsa’nın kişiliği üzerindeki öğretilerde Hegel açık ve seçik değildir. Siyasal sorularda da aynı bulanıklığı gösterir düşünceleri. Bu iki soru karşısında da. Hegel iki yana da kaçan, bulanık olan ve çift anlam taşıyan bir tutum takınmıştır ki, bu kendisinden sonra okulunun gidişini de belirleyen bir yol olmuştur. Hegel’e bağlı olanlar bu iki yana kaçan anlatımlar yüzünden birbirine karşıt olan görüşler geliştirebilmişlerdir. Böylece Hegel Okulu sonradan sağ ve sol kanada bölünecek olan bir anlaşmazlık içine girmiştir. Hegel’in felsefe dizgesinde tutucu öğeler vardı. Kendisi de tutucu karakterde idi. Siyasa alanında tutucu düşünüşü ile hertürlü devrimin karşısında idi. Dine karşı olanlarla da birlik olamazdı. Çünkü kendisi tutucu idi. Din geleneğin getirdiği bir şeydi, gelenek ise Hegel’in en çok önem verdiği bir şeydir. Oysa Hegel’in dialektik yöntemi bir yadsımaya, varolanın kaldırılmasına götürüyordu. Tarihin eytişimsel (dialektik) gelişmesi düşüncesinde devrimci bir ruh saklı idi. Bu tarih görüşünde, tarihin, ayaklanmalarla, devrimlerle yürümekte olduğu düşüncesi gizli idi. Tarih savaşlar, devrimler içinden geçerek gelişiyordu. Oysa tutuculuğu kendisini her türlü devrimin karşısına koyuyordu..

İşte Hegel’in din ve siyasa sorunlarına karşı kesin bir tutum takınamamış oluşu, okulunun ikiye bölünmesine, sağ Hegelcilerle sol Hegelcilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hegel Okulunun sol kanadı Strauss ve Feuerbach’la sonunda materyalist akımla birleşmiştir.

Bedia Akarsu- Çağdaş Felsefe-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu