Doğadaki canlıların önemi nedir?
Doğadaki Düzen ve Denge Nasıl Oluşuyor? Doğadaki Düzen ve Denge Nasıl Oluşuyor?Toplumsal Sistemde Denge ve Düzen Nasıl Oluşturulabilir?
konusunda toplumumuzu bilgilendirmek öncelikli bir yer almalıdır diye düşünüyorum.
Jeoloji-Paleontoloji-Toplum ilişkileri başlığı altında paleontoloji dersi notlarına eklediğim bir bölümün önsöz ve sonsöz kısımlarını aşağıya ekleyerek sizlere düşüncelerimi aktarmak istedim.
ÖNSÖZ:
İnsanlık doğa ve dünyanın nasıl oluşup-geliştiğini, hayatın nasıl oluştuğunu anlamaya ve hayatına bir anlam vermeye çalışmaktadır. Bunun için bilgi gerekmektedir. Toplumumuzda egemen mevcut bilgiler iki farklı hayat görüşü ileri sürmektedirler.
Bunlardan en eski olanı yaratılış görüşüdür. Bu görüşe göre, doğa-dünya ve hayat varlıkların haricinde olan çok büyük ve ebedi bir varlık tarafından oluşturulmuştur. Bu hayat sisteminde insanın özel bir yeri vardır. Diğer tüm canlılardan farklı olarak, insanın ruhu vardır ve bu ruh, ölüm sonrası dönemde öteki dünya denilen başka bir dünyada ebedi olarak yaşayacaktır.
İkinci hayat görüşü, yaratılış görüşüne bir tepki olarak yaklaşık iki-üç asırdan beri oluşturulmaya başlanmıştır. Evrimci görüş olarak bilinen bu görüşe göre, doğada her şey rasgele olaylar sonucu oluşuyor ve doğal seçilim denilen ve nasıl olduğu açıklanamayan bir sistemle doğaya en iyi uyum sağlayanlar seçilip hayatta kalıyor, diğerleri eleniyorlar.
Son çeyrek asır içinde bilgisayarlı veri değerlendirme sistemlerinin hızlı bir gelişme göstermesine paralel olarak fizik alanında doğadaki karmaşık sistemlerin tasarımları ve değerlendirilmelerinin kolaylaşmasıyla birlikte “dinamik sistemler teorisi” gibi yeni fizik dalları oluşmaya başlar. Eskiden fizikçiler arasında doğa ve dünyamızda düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu (yani maksimum entropi prensibinin geçerli olduğu) yönünde bir görüş egemenken, dinamik sistemler teorisinin oluşmasından sonra “maksimum enformasyon prensibinin” geçerli olduğu bir doğada yaşadığımız ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan kuantum fiziği deneyleri maddenin en temel parçacıklarının her zaman
a) Kendilerinin gözlemlenip-gözlemlenmediklerinin farkında olduklarını, yani çevrelerinde kendileriyle ilişki içine girmek isteyen olup-olmadığını algıladıkları ve ona göre davrandıklarını,
b) en kısa yolu seçtiklerini;
c) en kısa zamanı kullandıklarını,
d) önlerindeki tüm olasılıkları hesaplayarak işlem yaptıklarını,
e) en ekonomik konuma geçme dürtüsü içinde olduklarını,
f) evrensel ölçekte anında karşılıklı etkileşim yeteneğine sahip olduklarını
ortaya koymalarından sonra, doğadaki oluşum ve gelişimlerin “information & self-organisation” sistemi çerçevesinde gerçekleştiği anlaşılmıştır.
Bu durum üzerine, yaratılış görüşü savunucuları atılıma geçip, “doğada hiçbir şey rasgele olmuyor, (intelligent design) akıllı tasarım denilen bir sistem var” diyerek kendilerini haklı göstermeye girişirler. Günümüzde durum böyledir ve dünyanın her yerinde bu tartışma tüm hızıyla sürmekte ve karşılıklı güç gösterileri arasında insanlık çocuklarını nasıl eğitip-yönlendireceği konusunda tam bir karmaşa içinde bulunmaktadır.
İnsanlarımız ise bu iki görüş arasında bocalayıp durmaktadır, çünkü görüşlerden hiçbiri insanlığa doğa ve dünyamızdaki hayat sisteminin oluşum, gelişim ve anlamını çelişkisiz ve mantıklı bir biçimde verememektedir. Bu farklı görüşleri savunanlar ise karşıtlarının argümanlarını çürütmeye çalışarak, kendi görüşlerinin doğruluğunu ıspatlamaya çalışmaktadırlar. Günümüzde hala sürmekte olan bu karşılıklı suçlama ve savunmaların kısa bir özeti şu web adresinde bulunmaktadır.
Science & Technology at Scientific American.com: 15 Answers to Creationist Nonsense — Opponents of evolution want to make a place for creationism by tearing down real science, but their arguments don’t hold up
Yeryuvarının ve hayatın oluşum ve gelişim tarihi aşamalarını araştıran jeoloji bilimi bu noktada insanlığı aydınlatıcı temel veriler sunmakta ve yukarıda özetlenen toplumsal sorunun çözümünün nasıl olacağı konusunda yardımcı olabilmektedir.
Bir toplumun kalkınması o toplumun üretim potansiyeli ile orantılıdır. Üretim yapabilmek için bilgi sahibi olunması şart ve gereklidir. Bilgi ise, tamamen eğitsel bir sorundur ve toplumlarda egemen hayat görüşlerine göre farklı farklı düzenlenmektedir. Geri kalmış toplumlarda insanlar sorunlarının çözümünü hep bir liderden, kurtarıcıdan bekleyecek şekilde bir temel eğitim alırlar ve bu nedenle aşırı şekilde tepeye bağımlı bir toplumsal hayat örgütlenmesi içine girerler. Tepeye Bağımlı Örgütlenmelerde sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkum edilmiştir. Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir. İşte bu nedenle, bilgi üretmek konusunda bir kısırlık ortaya çıkar ve toplum geri kalır.
Değişim-dönüşüm içindeki bir doğa ve dünyada yaşıyoruz. Değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir varlık yoktur. Değişim-dönüşümler ise varlıklar arasındaki karşılıklı etkileşimlerle oluşmaktadır. İnsanlık şimdiye dek doğadaki oluşum ve gelişimlerin varlıkların dışında-üstünde olduğunu sandığı bir güç sistemiyle yönlendirildiğini varsaydığından, tepeye bağımlı hiyerarşik örgütlenmelere gitmiştir.
Değişim – dönüşümler varlıkların yapısal durumlarının da sürekli değişmelerinin temel nedendir. Bu nedenle doğada dinamik sistemler oluşur. Dinamik sistemlerde her şey bir diğer öğeye bağımlı olarak zaman içinde sürekli değişime uğrar. Bu nedenle doğada tepeye bağlı (hiyerarşik) sistem değil, birbirlerine karşı bir üstünlükleri olmayan, karşılıklı bir bağımlılık ağı içinde, eş-değerli varlıklar arası etkileşimli bir sistemin olduğu ortaya çıkmış ve heterarşi (heterarchy) diye yeni bir terim türetilmiştir.
Doğa bilimlerindeki bu yeni gelişmeler ışığında insanlarımızı bilgilendirmek, hayatın anlamını kavrayabilmek ve toplumsal sorunlarının çözümünde kolaylık sağlamak amacıyla şu soruların yanıtları aranmıştır:
1- Doğada neden sürekli bir değişim-dönüşüm oluşmaktadır? Zaman kavramıyla ilişkisi nasıldır?
2- Hayat neden doğum ve ölüm üzerine gelişmektedir? Tavuk-yumurta döngüsü neden zorunludur, hangisi diğerine bağımlıdır?
3- Değişim-dönüşümler hangi yöne doğru gitmektedir? Doğadaki varlık boyutları zaman içinde hangi yöne kaymaktadır?
4- Varlıkların gittikçe büyüyen sistemler içinde bir araya gelmelerinin (birleşme) nedeni nedir?
5- Birleşmelerde ortaklık kuralları (düzen-ölçütü) nasıl oluşturulmaktadır?
6- Maksimum enformasyon prensibi nedir? Bilgi neden üssel olarak gelişmektedir?
7- Simetri kırılması- solidifikasyon- köleleştirme etkisi kavramlarının birleşme kuralları oluşturulması ile ilişkisi nasıldır?
8- Toplumsal hayatta denge ve düzen şimdiye dek niçin tam sağlanamamıştır?
.
SONSÖZ:
Bizler gençlerimize ve çocuklarımıza muhtacız, çünkü yaşlandığımızda emeklilik gelirlerimizi onların üretecekleri ürünlerden elde edeceğiz. Ürün ve üretim ise tamamen bilgiye bağlıdır. Ne kadar iyi bilgi oluşturup, bu bilgileri çocuklarımıza aktarabiliyorsak, o kadar bolluk içinde bir toplumsal düzeyimiz olur. Gençlerimiz ve çocuklarımızı ne kadar iyi bilgilerle donatırsak, onlar gelecekte o kadar verimli üretim yapacaklardır ve bizler de o kadar rahat ve huzurlu yaşayacağız. Yani ne ekersek, onu biçeceğiz. Günümüz dünyasının toplumları kalkınmışlıklarını veya geri kalmışlıklarını hep atalarının ekinlerine borçludurlar. Hangi toplumlarda atalar iyi-yararlı bilgiler ektiklerse, gelecek nesilleri daha iyi olmuştur. Dolayısıyla bir toplumun geleceği, en az 40-50 yıl öncesinden atılan bilgi tohumları ile belirlenirler ve ekilen bu bilgilerin sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğa ve dünya koşullarına uyumluluk oranına göre iniş çıkışlar gösterirler.
Bu temel görüş doğrultusunda, biz öğretim üyeleri öğrencilerimizin en iyi bilgilerle donatılmasını ve mesleklerinde en iyi olmalarını isteriz, çünkü bu durumda geleceğimizi güvenceye almış oluruz. Jeoloji ve Paleontoloji dersi öğreticisi olarak benim temel amacım da tamamen buna yöneliktir: Jeolojik ve paleontolojik verilerden yararlanarak gençlerimizin yaşanılan doğa ve dünyadaki değişim-dönüşümlere en uygun bilgilerle donatılmasını sağlamak!
Jeoloji ve paleontoloji yaşadığımız doğa ve dünyanın sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduğunu ve zaman denilen olgunun da, bu değişim-dönüşümlerin doğal bir sonucu olduğunu ortaya koyuyor. Değişim-dönüşümlerin oluşma nedeni ise, varlıkların en temel yapıtaşlarının ölü-cansız değil, diri-canlı ve sürekli hareketli olmaları. Her şey bu en temel yapı-taşlarının kombinasyonları ile oluştuğundan, atom-molekül-hücre-beden gibi üst sistemlere doğru çıkıldıkça, değişim-dönüşüm aşamalarının süreleri değişiyor, ama değişim-dönüşümler değişen ömürler (süreler) ve değişen boyutlarda hep devam ediyor. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey bulunmuyor. “Değişim-dönüşüme uğramayan hiçbir şey bulunmuyor” deyince, buna doğadaki oluşturucu kuvvet mekanizması da dâhil olmuş oluyor. İşte bu nokta geleneksel statik düşünce tarzı ile güncel dinamik-sistemli (synergetics) düşünce tarzı arasındaki farkı oluşturuyor. Şöyle ki:
Geleneksel düşünce tarzında, doğadaki oluşturucu güç sistemi (doğa veya Allah) sabittir, değişmezdir ve her şeyi önceden planlamıştır, dolayısıyla her şey o plana göre işleyip-devam eder. Dinamik-sistemli (synergetics) düşünce tarzına göre ise, doğada her şey değişim-dönüşüm içindedir. Maddenin en temel yapıtaşları sürekli hareket halinde, aktif, canlı varlıklardır. Onlar tek başlarına, küçük öğeler olarak kaldıklarında çok hareketli olmak zorundadırlar, çünkü çevrelerindeki tüm diğer öğelerle karşılıklı etkileşim içinde olmak mecburiyetindedirler. Bu nedenle çok enerji harcayıp-çok yorulurlar. Halbuki birbirleriyle birleşip, daha büyük birimlere dönüştüklerinde, karşılıklı etkileşim-içine girmek zorunda olacakları öğe sayısı azalmış olacağından, daha az koşuşturur durumuna geçerler ve rahatlarlar. İşte bu nedenden dolayı, doğa ve dünyadaki tüm varlıklar, sürekli olarak, en az enerji harcayacak, en rahat konuma geçecek üst-sistem oluşturma çabaları içindedirler. Bu nedenledir ki, atom-altı-parçacıkları atom denilen kimyasal elementler içinde bir araya gelmişlerdir; atomlar moleküller, mineraller içinde bir araya gelmişlerdir, ve bu böylece devam etmektedir. Bu doğanın en temel yasasıdır. Dolayısıyla doğada hiyerarşik değil, heterarşik bir oluşum sistemin var olduğu, fizik bilimindeki yeni gelişmelerle ortaya çıkmış ve hiyerarşi yerine heterarşi diye yeni bir terim oluşturulması gerekmiştir. Hiyerarşi, her şeyin tepedeki büyük bir sisteme bağlı olduğu yönündeki geleneksel yönlendirici kuvvet sistemini simgeler. Heterarşi ise, temeldeki birçok parçacığın karşılıklı etkileşimlerine dayalı olarak oluşturulan ortak mutabakatlara dayalı kuvvet alanı sistemine dayanır. Yani biri tepeden tabana örgütlenmeyi, diğeri tabana dayalı örgütlenmeyi gerektirir.
Geleneksel hayat görüşlerinde doğadaki tüm olayların önceden belirlenmiş bir şekilde oluşup-geliştiği, yani doğa ve dünyanın geleceğinin nasıl olacağının belli olduğu şeklinde bir yaklaşım söz konusudur. Bunun böyle olmadığı değişik yaklaşımlarla ıspat edilir.
A- Önce fiziksel bakış açısından bakalım.
A1- Maddenin en küçük parçacıkları olan foton, elektron gibi temel yapıtaşlarının davranışları tamamen olasılık hesaplamalarına göre gerçekleşmektedir. (Temel fizik ilkeleri, 3.2.1. bölüm) Bu demektir ki, doğa ve dünyamızı oluşturan en temel öğeler bile, önceden belirlenen bir güç sistemi ile değil, kendi dalga boylarıyla ölçüp-değerlendirdikleri bir sisteme göre davranıyorlar. Davranışları belirleyen bu dalga sistemi ise, bilgi faktörü olarak karşımıza çıkıyor ve sürekli değişip-dönüştürülerek, üssel şekilde artan bir sistem oluşumuna doğru gidiliyor. (Atom-altı-parçacıkların kombinasyonları ile oluşturulan H, He, O, Si, C, Fe, vs gibi temel elementler de yine olasılık hesaplarına göre davranıyorlar.)
A2- Doğada her şeyin “Information & Self-organisation” sistemine göre oluşup-geliştiği yine yeni fizik dalı olan “Dinamik sistemler teorisi = synergetics”in ortaya koyduğu bir gerçektir. Bu nedenle “maximum ınformation principle” gibi bir genelleme ortaya konulmuştur.
B- Biyolojik bakış açısından duruma bakıldığında, hücrelerin de yine olasılık hesapları yaparak en fazla olasılığa göre davranışlarını belirledikleri saptanmıştır. (Fiorillo ve diğ. 2003; Shizgal & Arvaitogiannis 2003)
C- Paleontolojik bakış açısından değerlendirildiğinde: Fosil bulguların bol olduğu son 550 milyon yıllık zaman dilimi içinde canlılar aleminde 8 defa büyük canlı yok oluşu yaşanmış ve her yok-oluş döneminden sonra, eski organizmaların yerlerine yeni organizma türleri ortaya konularak hayat devam etmiştir. Her şeyi önceden planlayan bir güç sistemi, bu durumda 8 defa yanılgıya düşüp, tekrar yeniden bilgilerini düzeltmiş olmak durumuna düşer.
D- Felsefe açısından değerlendirildiğinde: Doğadaki parçalardan bütüne doğru olan yapısallaşma ve büyümenin teorik ilkeleri felsefi bakış açısından “Theory of integrative levels” başlığı altında Feibleman (1954) tarafından şöyle özetlenmiştir:
i-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır.
ii-Her sistemde, üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
iii-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey sadece hedef gösterir.
Bu ilkeler doğada her şeyin içindeki parçacıklara bağımlı olduğunu göstermektedir.
E- Bilgi oluşumu üssel ve integratif bir gelişim göstermektedir. Her şeyi önceden bilen bir yaratıcı söz konusu olsaydı, bilgi sabit olurdu ve her şey o sabit bilgiye göre bir defa yapılır ve her şey olup-biterdi. Halbuki doğada bilgi üssel bir şekilde gelişim gösterir. Yani bilgi sabit değildir.
F- Zaman kavramının doğada sürekli bir değişim-dönüşümü gerektirmesi, önceden her şeyi bilerek tasarlayan bir güç sistemine uygun değildir, çünkü doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey olmayacağından, sabit bir yaratıcı da olamaz.
Görüldüğü üzere, doğa ve dünyamız, varlıkların kendi aralarında karşılıklı etkileşimlerle oluşturdukları bilgilere (kuvvet alanlarına) göre oluşturulup, şekillenmektedir. Önceden belirlenmiş bir davranış belirleyicilik, vs. söz konusu değildir. Halbuki atalarımızın tasavvur ettikleri oluşturucu güç sistemi değişken bir kuvvet alanı değil, tersine sabit, değişmez, ebedi bir güçtür. 3-4 bin yıl önceki atalarımızın kil tabletlere yazılı olarak bıraktıkları bilgilerden, onların bu gücü nasıl tasarladıklarını anlayabiliyoruz. Onlara göre, [IMG]file:///C:/DOCUME%7E1/HakanT/LOCALS%7E1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG]doğada görülen her güç türünü oluşturan bir tanrı vardır: rüzgar tanrısı, deniz tanrısı, Güneş tanrısı, vs.. Bu güçlerin sahipleri insan görünüşündedir ve insanlarla evlenmelerinden asil soylu ve çok uzun ömürlü yarı-tanrısal krallar doğarlar.
Zaman içinde insanların bilgi düzeyleri geliştikçe, doğadaki bu güçlerin tasarım şekli de değişir. Doğadaki tüm farklı kuvvet çeşitlerinin tek bir güç sistemi tarafından oluşturulup-uygulandığı görüşü oluşturulur. İnsansı surette olan bu güç sahibinin sadece belli insanlara görünüp, onlar vasıtasıyla ait oldukları toplumlara ilahi mesajlar gönderdiği görüşü yaygınlaşır. İnsanlar onun elçileri vasıtasıyla gönderdikleri mesajlara uyarak yaşarlarsa, öteki dünyada mutlu bir ebedi yaşam süreceklerdir.
Şekil 11.9: Geleneksel hayat görüşlerinde doğa ve dünyanın harici bir sahibi olduğu (otorite) ve bu otoritenin görüşüne veya yönlendirmesine uygun bir düzen ölçütüne göre varlıkların davrandıkları varsayılır. Otorite sabit ve değişmez bir düzen ölçütü oluşumunu gerektirir.
Halbuki:
i- Doğa ve dünya (çevre koşulları) sürekli değişmektedir
ii- Bedendeki hücrelerin bu değişen koşullarla rezonansa girmesi gerekiyor
iii- Sabit-değişmez düzen ölçütüne göre şartlanmış beyin hücreleri, düzen-ölçütünde değişiklik yapamadıkları için rezonansa girecek amino-asit değişimlerini yapamıyorlar.
iv- Bu durumda beden çevreye uyumsuz olarak kalıyor ve kendisini huzursuz-rahatsız hissediyor.
Doğada değişim-dönüşüm sürdükçe, beyinlerdeki hücreler bu değişim-dönüşümleri algılayıcı yeni sinaps-devreleri oluştururlar. Yeni sinaps devreleri oluşturmak yeni düşünce sistemleri oluşturmak anlamına gelir. Halbuki eskiden oluşturulmuş geleneksel hayat görüşleri değişim-dönüşümsüz bir sistem varsayımına göre olduğundan (örn. Kutsal kitap bilgilerinin tek doğru oldukları ve değiştirilemez olduğu inancı), bu dogmatik bilgilerin değişen yeni-doğa ve dünya koşullarına uygun olmamaları durumu ortaya çıktıkça, eski kitaplarda tahrifatlar yapılmış olması gerektiği gibi çözüm yolları oluşturulmuştur. Halbuki en eski kitaplar kil tabletler üzerine yazılmış çivi-yazısı belgelerden oluşmaktadır ve bu tabletlerde değişiklik-tahrifat yapılması söz konusu değildir. Değiştirilen şey, beyinlerdeki sinaps yapıları (yeni amino-asit-dizilimleri) ve bu yeni amino-asit dizilimlerine dayalı olarak gelişen yeni sinyal sistemleri, yeni düşüncelerdir.
Atalarımızın oluşturucu güç anlayışında bu güç her şeyi anında yapabilen bir güç-sistemi olarak tasarlanmıştır. Halbuki doğadaki oluşum-ve gelişimler tamamen varlıklar arası sinyal alış-verişleri sonucu oluşturulan ve belli bir kaos dönemi sonucu ulaşılan düzen ölçütlerine göre gelişmekte ve uzun zaman aralıkları gerektirmektedir. Yani bir şey yapabilme-oluşturma bilgisi (information & self-organisation), varlıklar-arasında çok uzun süreli etkileşimleri zorunlu kılmaktadır. Şöyle ki: 13-14 milyar yıl öncelerinin evreninde (Big-bang evresinde) sadece atom-altı-parçacıklardan oluşan bir kozmos, bir sonraki evrede H ve He ağırlıklı bir bileşime sahip olan bir kozmos söz konusudur. Dünyamız ve güneş sistemimizin oluşumuna yola açan süper-nova (büyük-yıldız) ise, yaklaşık 5 milyar yıl önce oluşmuş ve dünyamızdaki yaklaşık 92 tür kimyasal temel element oluşturulmuştur. Yaklaşık 4.6 milyar yıl önce oluşan dünyamızda hayat yaklaşık 3.5 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır ve sadece çekirdeksiz hücrelerden (prokaryota) oluşmaktadır. Çekirdekli tek hücreli canlılar ise ancak 2 milyar yıl önceleri oluşabilmişlerdir. İlk hayvanlar ise ancak yaklaşık 0.6 milyar yıl önceleri oluşabilmişler, insan ise yaklaşık 2.5 milyon yıl önce oluşmaya başlamış ve yaklaşık 40 bin yıl önceleri ilk belirgin insansı davranışlar (mağara duvarlarına resim yapma, mızrak, iğne, vs.) sergilemeye başlayabilmiştir. Yani insan gibi düşünen ve çeşitli senaryolar üretebilen bir varlığın düşünce ve davranışlarını tetikleyen madde bileşimi, 14 milyar yıllık evrenimizin ancak son 40 bin yılı içinde olgunlaşabilmiştir. Yani doğada bir şeyin oluşması, varlıklar arası karşılıklı etkileşimlere bağlı olduğundan ve karşılıklı etkileşimlerle ortak bir mutabakata ulaşılması, uzun süreli kaotik devrelerin sonunda gerçekleştiğinden, dünyamızdaki oluşumlar yaklaşık 14 milyar yıllık bir süreçte ancak ortaya çıkabilmişlerdir.
Anlaşılacağı üzere, atalarımızın doğadaki oluşturucu güç sistemi tasarımı, varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayalı olarak ortaya çıkan bir fiziksel kuvvet alanı şeklinde değildir. Tersine, görünmeyen bir insansı varlık şeklindedir. Doğa-bilimsel araştırmalara göreyse, doğadaki oluşturucu güç, sadece ve sadece varlıkların karşılıklı etkileşimleri sonucu ortaya çıkan kuvvet alanlarından oluşurlar ve maddelerin kombinasyon dereceleri değiştikçe de sürekli değişmektedirler.
Geçmiş bölümlerde gösterildiği üzere, doğadaki düzen varlıkların kendi aralarındaki karşılıklı etkileşim sonuçlarına göre oluşmaktadır. İnsanlık ise toplumsal düzenini, tepeye yerleştirdiği (seçtiği veya seçildiğine inandığı) kişilerin inisiyatiflerine bırakmaktadır. Doğadaki temel sistem gereği tek bir varlığın yönlendirmesine göre düzen ve denge oluşumu olanaksız olduğundan, toplumsal denge bir türlü oluşturulamamaktadır. Bu dengesizliklerden rahatsız olan insanlar da, sık sık ihtilaller, isyanlar, demokratik seçimler, vs. ile tepeye gelecekleri sürekli değiştirmeye çalışarak, dengeli bir toplumsal hayat sistemi oluşturmaya çalışmakta, ama bir türlü başarılı olamamaktadır.
Tek bir çözüm vardır, o da doğadaki sisteme uygun davranmaktır. Bunun yöntemi ise, insanların çevreleriyle ilişkilerini kendi gözlem ve deneyimlerine uygun olarak bizzat ayarlamalarıdır. Dolayısıyla toplumda düzen ve denge oluşturmak için, tepeye yerleştirilecek insanları değil, kendi bedeni içindeki yapısallaşmaları değiştirmesi gerekmektedir. Bu da tamamen yeni bir hayat görüşü oluşturmak ve ona uygun davranmak demektir.
· Bizler sorunlarımızı ancak kendimiz çözebiliriz. Kimse uzaydan veya başka devletten gelerek sorunlarımızı çözemez.
· Sorunları çözebilmek için akıl ve mantığımızın sağlam olması gerekir.
· İnsanların akıl ve mantığı, ana hatlarıyla çocukluk evresinde şekillenir. (Ağaç yaşken eğilir prensibi = simetri kırılması ve solidifikasyon) (Simetri kırılması, solidifikasyon, düzen-ölçütü, köleleştirme gibi kavramlar için “Temel fizik ilkeleri” bölümündeki “sinerjetik” kısmına bakınız.)
· Bu nedenle sorunlarını çözmekte başarılı olamayan toplumların (ki sorunu olmayan hiçbir toplum da yok zaten), eğitim sistemlerinde ve gelenek- göreneklerinde köklü yanlışlıklar var olmak zorundadır çünkü, akıl ve mantık sorunlarımızı çözmemiz için vardır; çözemiyorsak, hatalı bir sabitleştirme yapılmış demektir.
Eğitimde veyahut akıl-mantık sistemi yapısallaşmasında yapılan temel yanlışlık nedir? Hangi yanlış sabitleştirme (solidifikasyon) yapılmaktadır?
En büyük yanlışlık, doğadaki oluşum ve gelişim sisteminin nasıl olduğu, yani bir şeyi yapma-oluşturma erkinin, dolayısıyla oluşacak yapının sahipliğinin kime ait olduğu konusunda yapılmaktadır.
Şöyle ki:
Geleneksel hayat görüşlerinin hepsinde, doğa ve dünyamızda bir şeyi yapma-oluşturma erkinin veyahut sahipliğinin beden dışında bir varlığa ait olduğu yönünde bir eğilim vardır. Bu nedenledir ki, bedenlerimizin sahibi olarak hücrelerimizi değil, bedenimiz dışında hayali bir şey tasarlarız ve ne olduğunu tarif etmekten de aciziz. Kafamız bu konuda tamamen karışık bir duygu içindedir.
Bu temel hata nedeniyle, toplum dediğimiz yapının sahipliği konusunda da kafamız karma karışık duygular içindedir. Hem toplumun sahibi olarak insanların olması gerektiğini düşünürüz, hem toplumsal sisteme her yönüyle sahip çıkıp, ona zarar verecek her türlü eyleme karşı çıkmayız. “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi bir deyişin oluşmasına olanak tanırız.
Bu hatalı hayat görüşünün nedeni, atalarımızın doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimleri hatalı yorumlamış olmalarından ve bu hatalı yorumlarını geleneklere dönüştürerek, nesilden nesile aktarmalarından kaynaklanmaktadır.
Şekil 11.10: Doğa ve dünya sürekli bir değişim dönüşüm içindedir ve her şey tavuk-yumurta döngüsü içinde, doğum ve ölümlü bir sistemde gerçekleşir. Böyle bir sistemde düzen ölçütü denilen toplum-hayatı kuralları ilgililerin (meslek sahiplerinin) karşılıklı etkileşimleriyle oluşturulur. Bireyler değişim-dönüşümlü bir doğal sistem içinde yaşadıklarını bildiklerinden, sürekli olarak doğadaki değişim-dönüşümleri takip ederler ve düzen ölçütlerini sürekli olarak düzeltirler.
Çözüm basittir: Bedenlerimizin sahipliğini hücrelerimize, toplumun sahipliğini de insanlarına havale ettiğinizde, tüm sorunlar çözülecektir, çünkü kimse sahibi olduğu bir şeyin kötü duruma düşmesini istemez.
Görüldüğü üzere, eğitim sistemimizde gerçekleştireceğimiz kökten bir değişiklikle, tüm sorunları ortadan kaldıran bir yapısallaşmaya geçilecektir.
Toplumsal hayatta düzen ve dengenin sağlanması için liderleri değil beynimizdeki amino-asit dizilimlerini değiştirmemiz gerekir. Bu değiştirme işlemini ise ancak ve ancak hücrelerimiz yapabilirler.
Tüm canlılar değişim-dönüşüm sistemi içindeki bir doğa ve dünyada oluşup geliştiklerinden, davranışlarını bunlara uygun olacak şekilde ayarlarlar. Ayarlama işlemleri hücreler tarafından aminoasit dizilimlerinin yeniden düzenlenmesi şeklinde gerçekleşmektedir.
Biz insanlar sorunlarımızı çözemiyorsak, bedenimizdeki amino-asit dizilimlerinde hatalı bir dizilim gerçekleşmiş demektir. Bu hatalı dizilim de, bizlerin hücrelerimizi yanlış yönlendirmiş, onlara doğa ve dünyayı yanlış tanıtmış olmamızdan kaynaklanırlar. Çünkü hücreler duyu organlarından gelen verilere göre bedenlerin işleyiş şekillerini düzenleyecek ve doğadaki tüm değişim-dönüşümlere uyabilecek yapısallaşmalar oluşturacak temel yeteneğe sahiptirler.
Doğadaki düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır. Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde olmaktadır.
Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global (küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır.