Dünyanın uydusu ay hakkındaki veriler nelerdir?
Astronomi Tarihi
Felsefe Ansiklopedisi’nde yayımlanmıştır.
(Editör: Ahmet Cevizci, Cilt 1, Etik Yayınları, Kasım 2003, İstanbul 2003, s. 639-649.)
Astronominin doğuşu mevsimlerin zamanını önceden bilmeye, yani takvim bilgisine ihtiyaç gösteren tarım faaliyetlerinin başlamasıyla ilişkilidir. Takvim ise, gök cisimlerin hareketlerinin bilinmesi ve anlaşılması demektir ve bu da çağlar boyunca yaşamsal önem taşımıştır. Toprağın sürülmesi, tohumlama ve ürünün toplanması gibi tarımsal faaliyetler için en elverişli zamanların bilinmesi de takvim çalışmalarına olan önemi arttırmıştır.
Eski dönemlerden kalma papirüslerden öğrendiklerimize göre, milattan önce ikinci bin yılın ortalarında, Mısır’da mevsim değişiklikleri kaydedilmiş ve bu değişimler sabit yıldızların helyak doğuşları (bir gökcisminin Güneş’ten az önce doğması) ile ilişkilendirilmişti. Yine, gezegenlerin doğuya doğru yaptıkları ileri hareketleri, geri hareketleri ve duruş noktaları da bilinmekteydi. Mezopotamya’da Babil astronomisinde ise tutulma gözlemleri çok önemli bir yere sahipti. Babil astronomlarınca gezegenlerin konumları da sistematik bir şekilde gözlemlenmiş ve yaklaşık olarak ikinci bin yılın başlarında kaydedilmeye başlanmıştır.
Yaklaşık M.Ö. 600 yıllarında Babil astronomları, tutulmaları, karşılaşma konumlarını yeteri derecede kesin bir şekilde bilebilmek için gezegen hareketlerini tanımlayan oldukça yüksek düzeyde matematiksel yöntemler geliştirmişlerdi. Fakat bu yöntemler Yunanlılarınki gibi, hareketli geometrik-kinematik modeller içermemekteydi. Babil astronomisi, hemen hemen tamamıyla olgusaldı.
Mezopotamya astronomisi en yüksek düzeyine Selökidler (M.Ö. 250’ler) çağında erişmiş ve Yunan astronomisi üzerinde oldukça önemli etkiler yapmıştır. Hint uygarlığındaki astronomi çalışmalarının başarısı daha geç tarihlidir. Hintliler, M.S. 5. ve 12. yüzyıllar arasında trigonometrik oranları da dikkate almak suretiyle, Güneş-Yer, Ay-Yer uzaklıklarını, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin konumlarını ve dolanım sürelerini hesaplamaya çalışmışlar ve bunlarla ilgili sayısal değerleri içeren eserler bırakmışlardır. Teknik açıdan devrine nispetle oldukça gelişmiş bir düzeyde bulunan Çin astronomisinde, Galilei’den önce Güneş lekeleri konusunda bilgi verildiği görülmektedir (M.Ö. 28 civarı). Ayrıca astronomi metinlerinde, meteor ve meteoritler ile nova ve süpernovalar hakkında kayıtlara da rastlanmaktadır. M.Ö. 6. yüzyıla ait kuyruklu yıldız kayıtları ve M.Ö. 350’lerde Shih Shen tarafından, M.S. 310’larda da Chhen Cho tarafından hazırlanmış yıldız katalogları mevcuttur. M.S. 350 yıllarında Yü-Hsi presesyondan bahseder. Çin’de ilk gök küresi ise M.S. 440’larda Chhien Lo-Chih tarafından yapılmıştır. Su Sung’un yıldız katalogu ise M.S. 1086 yılında hazırlanmıştır.
Eski Yunan astronomisi kronolojik olarak Mezopotamya’da Selökidler çağındaki astronomi çalışmalarıyla büyük ölçüde çağdaştır. Ancak Mezopotamya astronomisinin temelinde aritmetikle cebir bulunmasına karşın, Yunanlılar astronomiyi geometri ile temellendirebilmişler ve geometrik-kinematik modellerle gökyüzündeki hareketleri açıklamaya çalışmışlardır. Bu sayede astronomik olguları açıklayabilecek düzeyi yakalayabilmişler, gezegen hareketlerinin açıklanmasına ve anlamlandırılmasına olanak sağlayan sistem fikrine ulaşmışlardır.
Astronominin temeline geometrinin konması Pythagorasçılar (M.Ö. 6. yüzyıl) ile başlar. Pythagorasçılardan ve özellikle Platon’dan beri, gökyüzündeki hareketlerin düzenli ve dairesel, gezegen hızlarının muntazam ve sabit olduğu kabul edilmiştir. Aynı zamanda Pythagorasçılar, Yer’i küre şeklinde düşünmüşler ve onu merkezden alıp merkeze “Merkezî Ateş”i yerleştirmişlerdir.
Yunan astronomisinin matematikselleşmesi Eudoxus (M.Ö. 408-355 yılları) ile başlar. Eudoxus, kurmuş olduğu Ortak Merkezli Küreler Sistemi ile bilimsel astronominin öncülüğünü yapmıştır. Bu astronomik sistem, astronomik olguların matematiksel izahına girişen ilk Yunan astronomi sistemidir. Eudoxus’un Ortak Merkezli Küreler Sistemi daha sonra Aristoteles ile önemli bir konuma kavuşmuş, özellikle bu sisteminde yer alan “küre” anlayışı Kepler’e kadar devam etmiştir. Aristoteles’e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren ve Yeryüzü küreseldir; gezegenler kristâl yapıdaki kürelerine çakılı bir şekilde Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn sırası ile taşınırlar. Bu küreler, göksel cisimlerin hareket ettiği büyük bir makinenin fiziksel varlığı olan parçalarıdır. Aristoteles’e göre Ay küresi evreni iki farklı bölgeye ayırır. Yer’den Ay’a kadar olan kısım, Ayaltı Evren’i, Ay’dan sabit yıldızlar küresine kadar olan kısım ise Ayüstü Evren’i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimlerinin hareketleri daireseldir ve doğal hareketi dairesel olan fiziksel bir element olan eterden yapılmışladır. eterin mükemmel doğası, Ayüstü Evren’e öncesiz ve sonrasız bir mükemmellik sağlar. Yıldızlar ve küreler, bu elementten yapılmışlardır.
Eudoxus’un ve Aristoteles’in ortak merkezli küreler sisteminin karmaşık olması ve gözlemleri yeterince açıklayamaması nedeniyle Sisamlı Aristarchos (M.Ö. yaklaşık 310-230) yeni bir sistem kurma ihtiyacı duydu ve Güneş’i evrenin merkezine yerleştirdi. Ancak onun bu sistemi, algılarımıza ters olduğundan ve Güneş’in neden merkezde olduğunu açıklayamadığından ötürü taraftar bulamadı. Aristarchos’un asıl başarısı tamamen geometrik bir yöntemle, Güneş’in Yer’e olan uzaklığını belirleyebilmesidir.
Yunan astronomisinin en son temsilcisi milattan sonra ikinci yüzyılda yaşamış olan İskenderiyeli Batlamyus’tur. Batlamyus, zamanına kadar ulaşan astronomi bilgilerinin sentezini yapmış ve bunları Almagest, ya da asıl adı ile Matematik Sentezi (Mathematike Syntaxis) adlı yapıtında toplamıştır. Batlamyus bu eserinde, Yer’i evrenin merkezine alan ve muntazam ve dairesel hareket ilkelerine dayanan matematiksel ve geometrik bir sistemin temellerini atmıştır. Yer Merkezli Sistem olarak bilinen bu kuram, Kopernik Güneş Merkezli Sistem’ini sununcaya kadar egemen olmuş ve gezegen hareketlerini matematiksel ve geometrik olarak verebilen yegâne sistem olma özelliğini korumuştur.
Aristoteles’in Yer’e ve Evren’e ilişkin betimlemeleri Ortaçağ kozmolojisinin temelini oluşturur; bu betimleme, 16 ve 17. yüzyıllarda ortadan kalkıncaya kadar geçerliliğini korumuştur. Aristoteles’in Evren tasarımında olduğu gibi, Ortaçağ Hıristiyanlarının Evren tasarımında da, Yer, Evren’in merkezinde bulunur ve küre biçimindedir. Gerçi Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, bazı Kilise Babaları, Kutsal Kitap’tan esinlenerek Yer’in düz olduğuna ilişkin birtakım görüşler ortaya atmışlar, gökyüzünü ise onun üzerine kapanmış bir yarımküre olarak düşünmüşler, Yer’i küresel kabul edenleri dinsizlikle suçlamışlardı. Ancak, Aristoteles’in bir yetke olarak görüldüğü son dönemlerde bu görüş ciddiye alınmamıştır; zira Aristoteles’in Yer’in küreselliğine ilişkin kanıtlamaları çok güçlü ve akla yatkındı. Matematiksel astronomlar arasında ise Batlamyus astronomisi yine yaygındı. Batı’da Batlamyus astronomisi, Battanî ve Fergânî’nin kitapları aracılığı ile on ikinci yüzyıl ortalarına doğru tanınmaya başlandı. Batlamyus’un orijinal çalışması Almagest ilk olarak Arapça başlığın bir kısmının bozulmasıyla 1184’lerde 73 yaşında ölen Cremonalı Gerard tarafından Latince’ye çevrildi.
1217’de Liber Astronomieadıyla Michael Scot tarafından Bitrûcî’nin Kitâb el-Hey’e (Astronomi Kitabı)adlı yapıtı Latince’ye çevrildi ve hayli etkin oldu. Bitrûcî bu kitabında Aristoteles fiziği ile uyuşmadığından Batlamyus’un eksantrik ve episikl düzeneklerini eleştirmiş ve Eudoxus tarafından geliştirilen ve Aristoteles fiziğine dayanan Ortak Merkezli Küreler Sistemi’ni kabul etmişti. On üçüncü yüzyılda Robert Grosseteste, Albertus Magnus ve Roger Bacon araştırmalarında bu eserden yararlanmışlar ve böylece eser Skolastikler arasında episikl ve eksantrik üzerine yapılan eleştirilerin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Böylece, Aristotelesçi evren yapısı ve Batlamyus’un evren modeli arasında uzun bir çekişme ortaya çıkmış, ya gezegen hareketlerinin hesabını verebilmek için Ortak Merkezli Küreler Sistemi benimsenmiş ya da Batlamyus astronomisinin temel düzenekleri olan episikl ve eksantrik düzenekleri fiziksel bir temele oturtmaya çalışmış ve böylece 13. yüzyılda Aristoteles ve Batlamyus’un kozmolojik görüşleri arasında bir tercih gündeme gelmiştir.
Ortaçağ’da, Yer’in Evren’in merkezinde bulunduğu görüşüne, Kopernik gelinceye kadar ciddi bir karşı çıkış yapılmamıştır; ne var ki Yer’in sâbit olup olmadığı görüşünün, 14. yüzyılda yeniden gözden geçirildiğini görülmektedir. Özellikle John Buridan (1300-1358) ve Nicolas Oresmus (1320-1382), Yer’in hareketi sorununu incelemişler ve örneğin Buridan, astronomik gözlemlere uygun bir akıl yürütme ile, Güneş’in görünen günlük deviniminin, Güneş’in durması ve Yer’in kendi ekseni çevresinde dönmesi ile açıklanmasının daha olanaklı olduğunu öne sürmüştür. Hatta Cusalı Nicolas (1401-1404) daha da ileri gitmiş ve antik astronominin tümünü reddetmiştir. Ne var ki, Yer’in dönebileceğine ilişkin birtakım görüşler ve aklî de olsa birtakım kanıtlar öne sürmüş olmalarına karşın, bu düşünürler, yine de geleneksel görüşten kopamamışlar ve Hıristiyanlık Öğretisi’nin etkisiyle sonuçta Yer’in dönmediğini söylemek zorunda kalmışlardır.
Ortaçağ Hıristiyan Dünyası karanlık bir dönemden geçerken, Ortadoğu’da yeni bir din doğdu ve bu dinin mensupları, yavaş yavaş Hıristiyanların talip olmadıkları bilim ve felsefe mirasını sahiplenmeye başladılar ve sekizin ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslümanlar Yunan biliminin büyük bir bölümünü Arapça’ya aktarıp bilime katkıda bulundular. İslâm’ın ilk dönemlerinde, Hint astronomisi İslâm astronomisinin biçimlenmesinde etkili oldu. Müslümanlar, Brahmagupta’nın Siddhanta’sı aracılığıyla Hint astronomisini tanıdılar ve Batlamyus’u keşfedinceye ve Arapça’ya aktarıncaya kadar, araştırmalarını bu esere dayandırdılar. Abbasi Halifesi Memûn (813-833) zamanında ise, Batlamyus’un Almagest adlı kitabının bütün bu kitapların en doğrusu olduğu anlaşıldı ve bundan sonra da çeşitli gözlem aletleri ile Batlamyus’un usullerine uyularak Bağdat’ta Güneş ve Ay’ın yörüngelerini çeşitli zamanlarda incelenmeye başlandı. İslam astronomisi, 9. yüzyılda önemli gelişmelere sahne oldu ve bu ilk dönemlerden sonra da gelişmeye devam etti. Bu astronomlardan Battânî (858-929), Rakka’da özel bir gözlemevi kurdu ve burada 887-918 tarihleri arasında son derece önemli gözlemler yaptı. Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini gözlemledi, yörüngelerini doğru bir biçimde belirlemeye çalıştı. Battânî’nin kendi gözlemlerine dayanarak hazırladığı astronomik tablolar (zîc) De Scienta Stellarum – Ce Numeris Stellarum et Motibus adıyla Latince’ye çevrildi.
9. yüzyılın önde gelen astronomlarından Fergânî, Cevâmi’ el-İlmi el-Nücûm ve’l-Harekât el-Semâviyye (Astronominin ve Göksel Hareketlerin İlkeleri) adlı yapıtında Batlamyus’un Almagest’ini özetledi. Kitap, Sevilleli John (1137), Cremonalı Gerard (1175’ten önce), Jacob Christmann ve Jacob Golius tarafından birkaç kez Latince’ye tercüme edildi, Regiomontanus’a kadar etkisini sürdürdü ve bir el kitabı olarak kullanıldı.
İslâm astronomları arasında en tanınanı 11. yüzyılın çok yönlü bilginlerinden biri olan Beyrûnî’dir. 1030 yılında hazırladığı Kânûn el-Mesudî fî el-Hey’e ve el-Nücûm (Astronomi ve Astrolojide Mesud’un Kanunu) adlı meşhur astronomi kitabı, İslâm Dünyası’nda bu sahada yazılmış olan en kapsamlı eserlerden biridir. Beyrûnî, Kânûn el-Mesudî’de Yer’in hareketi meselesini de tartışmış, ancak sonuçta Yer’in durağan olduğu şeklindeki Baltamyuscu görüşü benimsenmiştir.
š›
İslâm Dünyası’nda astronomlar birbirleriyle bağlantılı iki tür etkinlik üzerinde yoğunlaşmışlardır. İslâm astronomları hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemişler hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bunlardan ilki pratik astronominin sahasına giriyordu ve bu konuda İslâm astronomları, belki de gözleme daha yatkın olan bilim anlayışlarının bir sonucu olarak Yunanlılardan daha derin izler bıraktılar. İlk gözlemevleri onlar tarafından kuruldu; gözlemlerin dakikliğini arttırmak için yeni gözlem araçları ve gözlem teknikleri geliştirdiler; hatta bu amaçla, açıların ölçümünde kirişler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonları kullanmaya başladılar.
İslâm astronomisinde Batlamyus’un astronomik sistemi kabul edilmesine karşın göksel hareketleri bütün ayrıntılarıyla bilmek isteyen İslâm astronomları, bir süre sonra, sistemin tümünü benimsemekte zorlanmışlar, yeni gezegen tablolarına ihtiyaç duymaya başlamışlardır. Bu yüzden, İslâm Dünyası’nda pek çok gözlemevi kurulmuş ve bu gözlemevlerinde yapılan gözlemlerle elde edilen değerler Batlamyus’un değerleri ile karşılaştırılmış, düzeltilmesi gerekenler düzeltilmeye çalışılmış ve pek çok katalog (zîc) oluşturulmuştur. Gözlemevleri, ilkin İslâm Dünyası’nda ortaya çıkmış önemli bir araştırma kurumudur. İslâm dünyasında pek çok gözlemevi vardır. Bunlardan büyük bir kısmı, hükümdarlar tarafından kurulmuştur. Ayrıca özel ve seyyar gözlemevleri de vardır. Bu gözlemevlerinde, muntazam ve devamlı gözlemler yapılmıştır. Gözlemevinin sabit bir yeri, özenle ve dikkatle hazırlanmış aletleri, özel bir kütüphanesi, gözlemcileri, hesapçıları ve bu gözlem ve hesapları değerlendiren astronomları vardı. Araştırmacılara yardımcı olmak amacı ile idari elemanlar da görevlendirilmişti. Gözlemevlerinin kuruluşlarındaki en önemli neden, dakik gözlemler yapmak için aletlerin boyutlarının büyümesi ve bu nedenle bu araçların bir yere konulmasının gerekli oluşudur. İslâm gözlemevleri, çoğunlukla hükümdarların veya yüksek mevki sahibi kimselerin teşebbüsleri ile kurulmuştur. Fakat gözlemevleri daimi bir kurum olarak düşünülmediğinden çoğu kısa ömürlü olmuştur. İslâm gözlemevlerinin bir çoğunun kuruluşunun, hükümdarın astrolojiye karşı olan ilgisine bağlı olmuştur. Ancak İslâm gözlemevleri, gerçekte, bir astrolojik çalışma kurumu değil, bilimsel bir kurum idi. Gözlemevindeki faaliyet, astronomi biliminin ve ona yardımcı bilim dallarının meseleleri üzerindeki araştırma ve çalışma mahiyetini taşıyordu. Amaç, dakik gözlemlere dayanan yeni zîclerin oluşturulması idi. Yani gözlemler yardımı ile, eski astronomik cetveller düzeltilerek daha mükemmelleri hazırlanıyor ve bu işle ilgili her türlü çalışma gözlemevinin faaliyet programında ön planda yer alıyordu. O dönemlerde, gözlemevlerinde yapılan gözlem sonuçlarının tablolar halinde gösterildiği kataloglara zîc denilmekteydi. Zîcler, bu tabloların yanı sıra, dönemlerindeki trigonometriye, küresel astronomiye, takvim çeşitlerine ve yapımına, izdüşüm yöntemlerine, gözlem aletlerinin yapılışı ve kullanımı, astrolojiye ve ibadet vakitlerinin belirlenmesine ilişkin bilgileri de kapsamaktaydılar. İlk kurulan İslâm gözlemevi, Abbasi Halifesi Memûn zamanında Bağdad’ta Şemmâsiye Gözlemevi’dir. İkinicisi ise, yine Memûn tarafından Şam’da kurulan Kâsiyûn gözlemevi’dir. Bunların dışında önemli olan gözlem evlerinden biri İsfahan Gözlemevi’dir. 1075 yılında İsfahan’da kurulmuştur. Gözlemevinin kuruluşu ile Melikşah için yapılan Celâlî Takvimi arasında bir ilişki olduğu söylenebilir. Yine diğer bir gözlemevi Merâga Gözlemevi’dir. Merâga’da, dönemin en büyük bilginlerinden biri olan Nasîrüddin-i Tûsî (ölümü 1274) tarafından kurulmuştur. Merâga Gözlemevi, İslâm gözlemevlerinin gelişiminde önemli bir adımı temsil ediyordu; bu kurum, gözlem aletlerinin zenginliği ve gözlemevinde çalışan bilim adamlarının sayısı ve seçkinliği bakımından, daha önce kurulmuş olan gözlemevlerinden çok ilerdeydi. Burada kullanılmış olan gözlem aletleri arasında ekliptiğin ve diğer göksel dairelerin göreli konumlarını gösteren çemberli bir alet, gezegenlerin yüksekliklerini ölçmekte kullanılan duvar kadranı ve gündönümü noktalarının belirlenmesini sağlayan bir çember de bulunmaktadır. Nasîrüddin-i Tûsî burada yapmış olduğu gözlemlerden derlemiş olduğu bulguları, el-Zîc el-İlhânî (İlhanlı Zîci) adlı yapıtta toplamış ve bu yapıt, uzun bir süre astronomların elinden düşmemiş ve bir başvuru kitabı olarak kullanılmıştır. Merâga Gözlemevi faaliyetteyken, Gazan Han tarafından Tebriz’de başka bir gözlemevi kurulmuştur (Gazan Han gözlemevi). Ancak Tebriz Gözlemevi’ndeki bilimsel faaliyetler ile burada çalışan bilim adamları hakkında bilgimiz yoktur.
Kuramsal astronominin sahasına giren ikinci etkinlikte ise Müslüman astronomlar, Aristoteles’in yolundan giderek, Yer’in hareket etmeksizin evrenin merkezinde durduğuna ve Güneş de dahil olmak üzere diğer bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolandığına inandılar.
İslâm astronomlarından bazıları matematiksel kuramla yetinmeyi tercih etmişler, Batlamyus sisteminin geometrik yapısını yeterli bularak fiziksel bir temel görüşünü bir tarafa bırakmışlardır. Bu astronomlara göre, betimsel fakat nicesel olan Batlamyus sistemi, gökcisimlerinin devinimlerini, bir gezegenin belirli zamanlardaki yerini doğru olarak verebilmektedir. Astronominin de amacı budur. Dolayısıyla, bu fiziksel sorun fizikçilere veya doğa felsefecilerine bırakılmalıdır. Ancak bazı İslâm astronomları gezegen hareketlerinin sadece geometrik bir nitelik taşımasının doğru olmadığını, bu hareketlerin aynı zamanda dinamik bir niteliğe de sahip olması gerektiğini savunmakta ve bu nedenle astronominin fiziksel bir temele gereksinimi olduğu düşüncesinde ısrar etmekteydiler. Böyle bir sistem ise, Batlamyus sistemini mekanik hale getiren Küre Katmanları Sistemi’dir. Böylece bu sistem, hem fiziksel bir yapıya sahip olmakta hem de Batlamyus sistemine uygun düşmekte idi.
Batlamyus astronomisine hem fiziksel hem de matematiksel yönde itirazların ilki muhtemelen İbn el-Heysem’den (965-1039) gelmiştir. İbn el-Heysem El-Şükûk ‘alâ Batlamyûs (Batlamyus Üzerine Şüpheler) adlı eserinde Batlamyus’un kullandığı eksantrik ve episikl modellerini eleştirmiş ve özellikle de ekuant noktasının (gezegenin muntazam hareketinin hesaplandığı nokta) muntazam hareket noktası olamayacağını söylemiştir. Heysem’in bu eleştirilerinden sonra, İslâm astronomisi bir taraftan Batlamyus astronomisinin matematiksel yapısını yeniden kurgulamaya ve diğer taraftan da bu matematiksel yapıyı fiziksel bir temele oturtma çabaları yönünde gelişmiştir.
Yine, İbn el-Şâtır’ın (1304-1376) da bu yöndeki çalışmaları oldukça meşhurdur. Pek çok yönden Kopernik’in öncüsü kabul edilen İbn el-Şâtır’ın kurgulamış olduğu Ay kuramı Kopernik’in Ay kuramına çok benzer.
Özellikle Endülüs astronomları, Aristoteles fiziğinin etkisi altındaydılar; bu etki nedeniyle de 12. yüzyıldan sonra Batlamyus kuramına karşı çıktılar ve bu kuramı iki yönden eleştirdiler; 1. Gezegenlerin yaklaşıp uzaklaşmalarını açıklamak için eksantrik ve episikl düzeneklerde merkezde olması gereken Yer evrenin merkezinden belli bir miktar kaydırılıyordu. Bunu Aristoteles fiziğiyle desteklemek olanaklı değildi; 2. Eksantrik ve episikl düzenekler, matematiksel ve geometrik yapılardı; gök cisimlerinin bu düzeneklerle dolandırılmasını sağlayacak fiziksel nedenler mevcut değildi.
Endülüs astronomlarından Bitrûcî’nin (ölümü 1204) etkisiyle İslâm astronomları tarafından Aristoteles fiziğine uygun Küre Katmanları Sistemi kabul görmüş ve bu küreler somut nesneler varsayılmışlardır. Bitrûcî Kitâb el-Hey’e (Astronomi Kitabı) adlı yapıtında Aristoteles fiziği ile uyuşmadığından Batlamyus’un eksantrik ve episikl düzeneklerini eleştirmiştir ve Batlamyus’tan farklı olan bir sistem kurmaya çalışmıştır. Kitâb el-Hey’e çok beğenilmiş ve 1217’de Michael Scot tarafından Latince’ye ve 1259’da ise Moses ben Tibbon tarafından İbranice’ye çevrilerek Batı’ya aktarılmıştır. 13. yüzyılda Grosseteste, Albetus Magnus ve Roger Bacon araştırmalarında bu yapıttan yaralanmışlardır. Ancak yine de fiziksel yapıya sahip olmayan ama matematiksel olarak üstün olan Batlamyus sistemi de kullanılmıştır.
Endülüslülerin eleştirileri Aristoteles fiziğinden esinlenmiştir; ama fizik biliminin sınırları içinde kalmamıştır. Batlamyus kuramı, bazı gözlemleri de açıklamakta yetersiz kalıyordu. Bu yüzden düzeltilmesi veya yeni bir kuramla değiştirilmesi gerekiyordu. Ancak bunun için Kopernik’i beklemek gerekecektir.
15. yüzyılda Türk hükümdarlarının idaresi altında bilim ve felsefe yeni bir uyanış dönemine girmiş ve Semerkand ile çevresindeki Türk kentleri muhtelif İslâm ülkelerinden gelen birçok öğrenci ve bilgin için bir bilim yuvası haline gelmiştir. Özellikle Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında, Semerkand’da kurduğu medrese ve gözlemevi bilim tarihi açısından büyük önem taşır. 1421’de tamamlanan Semerkand Medresesi uzun yıllar her çeşit bilimin, eğitim ve öğretimin merkezi olmuş ve zamanın önemli bilim adamları burada dersler vermiştir. Semerkand Gözlemevi, Semerkand Medresesi’nin bir devamı niteliğindedir. Bu gözlemevi bir tepe üzerinde, 23 metre çapında, 30 metre yüksekliğinde silindir biçiminde bir bina idi. Gözlemevi kullanılan gözlem araçları açısından o zamana kadar görülmemiş bir bilim kurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada kullanılan en önemli araçlardan biri Güneş’in meridyen geçişlerinin ölçüldüğü “meridyen kadranı”dır. Eldeki bilgilere göre bu araç 50 metre yüksekliğindeydi ve gözlemevinin bir parçası gibi yapılmıştı. Kadranın 60 derecelik kısmı toprak üzerinde ve 30 derecelik kısmı ise toprak altındaydı. Bu kadranın bir kısmı, 1908 yılında yapılan bir kazıda ortaya çıkarılmıştır. Semerkand’da kurulan bu medrese ve gözlemevinde, Gıyaseddin Cemşid, Kadızâde-i Rûmî ve Ali Kuşçu gibi devrin önemli bilim adamları çeşitli çalışmalar yapmışlardır.
Gözlemevinde yapılmış olan gözlemler ve çalışmalar Uluğ Bey Zîci adlı eserde toplanmıştır. Bu zîc, 17. yüzyıla kadar yazılmış olan astronomi kataloglarının en mükemmelidir ve bu yüzyıla kadar konumsal astronominin temel kitabı olarak kullanılmıştır. Eserde gökyüzünün güney yarı küresinde bulunan 48 takım yıldız ele alınmış ve bu takım yıldızlar içinde bulunan 1028 yıldızın yerleri belirlenmiştir.
š›
16. yüzyıl, her alanda Dünya’ya ilişkin görüşlerin değiştiği Rönesans dönemdir. Astronomi alanında da Kopernik, evren anlayışına yeni bir düzen getirdi ve Dünya, bu düzen içinde yeni bir yörüngeye oturtuldu. Kopernik’e kadar egemen olan evren düzeni, yani Batlamyus sistemi, Aristoteles’in, Yer’i evrenin merkezinde kabul eden fiziğini temele alıyordu. Her ne kadar bu sistemin hesaplama yöntemi büyük başarı göstermiş idiyse de, zaman içindeki gelişmeler bazı hatalı noktalarını ortaya çıkarmıştı. Ayrıca Batlamyus’un bu sisteminin anlaşılmasının çok zor olması bazı astronomları yeni sistemler kurmaya götürmüştü. Ancak bu sistemlerden hiçbiri başarıya ulaşamadı ve Batlamyus’un yerine geçemedi. Bunun nedeni henüz matematikteki gelişmelerin belirli bir düzeye gelmemesi ve Yer’in evrenin merkezinden kaldırılmasına olanak sağlayacak yeni bir fiziğin geliştirilememiş olmasıdır. Diğer taraftan Yermerkezli Batlamyus kozmolojisinin Hıristiyan dininin kozmolojisi olarak benimsenmesi bunu güçleştiriyor ve Yer’i merkezden kaldırmak, dine karşı gelmek veya onunla çatışmaya girmek anlamına geliyordu. Tüm bunlara karşın Kopernik, Batlamyus’dan daha basit ve gök olaylarının hesabını veren ve Güneş’i merkeze alan bir sistem kurmayı başardı.
Ne var ki, Kopernik’in Güneş merkezli sistemi, Yer merkezli sistemden çok daha başarılı değildi, ve henüz yeni fizik kurulmadığından, Güneş’in evrenin merkezinde ve Yer’in de bir gezegen gibi onun çevresinde döndüğünün kanıtları verilemiyordu. Bu nedenle, astronomlar Kopernik astronomisini hemen kabul etmediler. Ancak astronomların karşısında gök olaylarının hesabını verebilen iki sistem vardı. Bunlardan hangisinin evrenin gerçek yapısını yansıttığının bilinmesi gerekiyordu. Bu konuda çalışan ilk önemli astronom Tycho Brahe’dir (1546-1601).
Brahe, 1576’da Danimarka Kralı Frederick II’nin isteğiyle Hveen adasında Uranienborg Gözlemevi’ni kurdu ve mükemmel aletlerle gözlemler yaptı. Bu gözlemler, Kopernik astronomisinin kabul sürecindeki ilk önemli adımdır. Gerçi Brahe’ye göre Yer hareketsiz ve merkezde idi; ancak o, Batlamyus sisteminin yetersizliğini farkındaydı ve bu nedenle Kopernik ve Batlamyus sistemini içine alan yeni bir sistem vermeye çalıştı. Ne var ki, bu çalışmaya ömrü yetmedi. Ölmeden önce, bütün gözlem kayıtlarını Johannes Kepler’e (1571-1630) bıraktı ve Kepler onun astronomik tablolarından yola çıkarak ünlü üç kanununu ortaya koymayı başardı. Kepler’in önemi, gezegenlerin daire biçimindeki yörüngeler üzerinde değil de elips yörüngeler de dolandığını keşfetmesinden kaynaklanır. Bu fikre ise Mars gözlemleri sayesinde ulaşmıştır. Mars’ın hareketini dairesel bir yörüngeye oturtmaya çalışan ve Brahe’nin gözlemleri ile kendi gözlemlerini karşılaştıran Kepler, kuramda bir hata bulmuş ve Mars’ın sadece iki konumda dairesel yörünge üzerinde bulunduğunu, ancak diğer konumlarda Mars’ın daire içerisinde olmaması gerektiğini ortaya koymuştur. Mars, daire üzerinde değil de oval, daha doğrusu eliptik bir yörünge üzerinde bulunmalıydı.
Kepler’in bulduğu yanıtlar, gezegen sistemiyle ilgili kuvvet yasalarının saptanması için gerekli olan temeli sağlamış ve Kopernik’i haklı çıkarmıştır. Diğer taraftan Güneş Merkezli Kuram’ın tam olarak yerine oturması için öncelikle sistemin gözlem yolu ile doğrulanması gerekiyordu. Bunu ise Galileo Galilei (1564-1642) sağladı. 1609 yılında kendi yaptığı bir teleskopla ilk defa Ay, Güneş Lekeleri, Venüs, Samanyolu’nu gözlemleyen ve Jüpiter ve dört uydusunu bulan Galilei, bize astronomide şimdiye değin görülememiş yepyeni bir evren sundu. Galilei’nin astronomide bu yaptığı gözlemler, Güneş merkezli sistemi desteklediği, Aristoteles fiziğinin geçerli olmadığını kanıtladığı için oldukça önemlidir. Ayrıca Galilei, Yer’in hareketi meselesi üzerinde de çalışmış ve o zamanın önemli problemlerinden olan Yer hareket ettiğinde üzerindeki cisimlerin hareketi nasıl olur şeklindeki problemi de çözerek ilk defa olarak Yer’in hareketine fiziksel bir kanıt getirmiştir.
Sistemin fizik eksikliği ise Isaac Newton (1642-1727) tarafından tamamlandı. 1666’da yerçekimi üzerine çalışmaya başlayan Newton, Galilei ile önemli değişime uğrayan hareket problemini yeniden ele almıştır. Uzun yıllar Aristoteles’in görüşlerinin etkisinde kalmış olan bu problemi Galilei, eylemsizlik ilkesiyle kökten değiştirmiş ve artık cisimlerin hareketinin açıklanması problem olmaktan çıkmıştı. Ancak, problemin gök mekaniğini ilgilendiren boyutu hâlâ tam olarak açıklanamamıştı. Galilei’nin getirdiği eylemsizlik problemine göre dışarıdan bir etki olmadığı sürece cisim durumunu koruyacak ve eğer hareket halindeyse düzgün hızla bir doğru boyunca hareketini sürdürecektir. Aynı kural gezegenler için de geçerlidir. Ancak gezegenler doğrusal değil, dairesel hareket yapmaktadırlar. O zaman bir problem ortaya çıkmaktadır: Niçin gezegenler Güneş’in çevresinde dolanıyorlar da uzaklaşıp gitmiyorlar? Newton bu sorunun yanıtını, Platon’dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galilei’nin ölçtüğü gravitasyonda bulur. Ona göre, Yer’in çevresinde dolanan Ay’ı yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir taşın (ya da bir elmanın) düşmesine neden olan kuvvettir; eğer, yerçekimi olmasaydı, Ay düzgün doğrusal hareketine devam edecekti. Newton, böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun olduğunu kanıtlamıştır.
››
Newton’dan sonra gelişen modern astronomi çalışmaları genellikle üç başlık altında toplanır: Gök cisimlerinin gözlemlenmesi ile ilgilenen gözlemsel astronomi (pratik astronomi); astronominin kuramsal yönünü oluşturan ve elde edilen gözlemsel verileri değerlendirerek gök cisimlerin hareketlerinin matematiksel açıklamasını veren dinamik astronomi; gökcisimlerinin fiziksel ve kimyasal özelliklerini konu alan astrofizik.
17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar astronominin gelişmesi büyük ölçüde teleskopun gelişimine bağlı idi. Teleskop, gökyüzünde şimdiye kadar dikkat edilmemiş olguları ortaya çıkarmış ve Yermerkezli astronomi geleneğini izleyenlerle Kopernik’in Güneş Merkezli Sistemi’ni kabul edenler arasındaki çekişmeyi neredeyse sonlandırmıştır. Teleskopun ilk olarak kimin tarafından yapıldığı bilinmemekle birlikte 1604’te Zacharias Jansen (yaklaşık 1580-1638), 1608’de Hans Lippershey (yaklaşık 1570-1619) ve yine 1608’de Jacop Metius (1571-1635) tarafından müstakil olarak yapıldığı sanılmaktadır. Patenti ise Hans Lippershey’e aittir.
On yedinci yüzyılda kurulan çeşitli akademilere bağlı olarak çeşitli gözlemevleri kurulmuştur. Bunlar içerisinde en erken tarihli olanları, 1632 yılında krallık desteğiyle kurulan ve 1817 yılında yenilenen Leiden Gözlemevi’dir. Bu gözlemevini, yine krallık desteğiyle kurulan Kopenhag Gözlemevi izlemiştir. 17. yüzyılda kurulan gözlemevleri arasında en önemlileri, Fransa Kralı XIV. Louis’in emriyle, Paris Bilimler Akademisi’ne bağlı olarak kurulan Paris Gözlemevi ve diğeri de, 1675 yılında İngiliz Kraliyet Akademisi’ne bağlı olarak John Flamsteed (1646-1719) tarafından kurulan Greenwich Gözlemevi’dir. Bu iki gözlemevinde yapılan en önemli çalışmalar teleskoplar üzerinedir. Bu çalışmalarla çeşitli teleskoplar geliştirilmiş ve teleskoplara gözlem araçları uygulanmaya başlanmıştır. Daha sonra, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde başka gözlemevleri kurulmuştur.
18. yüzyılın en meşhur astronomu William Herschell’dir (1738-1822). Herschell’in en önemli çalışması galaksiler üzerinedir. Aristoteles kozmolojisi, gezegenlerin ve sabit yıldızların iç içe geçmiş kristal kürelere çakılı olduklarını varsayıyordu. On altıncı yüzyıla kadar geçerli olan bu görüş Tycho Brahe’nin yaptığı bazı gözlemler sonucunda geçerliliğini yitirmiş ve sabit yıldızların evrende nasıl dağılmış oldukları sorusu gündeme gelmişti. Herschell astronomi tarihinde ilk defa olarak sabit yıldızlar bölgesinde araştırma başlatmış ve teleskopla gökyüzünü tarayarak, evrende sabit yıldızların gelişigüzel toplanımlar değil adacıklar, galaksiler oluşturduğu görüşünü ortaya koymuştur. Herschell, bu gökadaların hareketini de incelemiş ve Güneş sisteminin Herkül Takımyıldızı’na doğru hareket ettiğini de belirlemiştir. Herschell’in asıl önemi Güneş sisteminin ilk yeni üyesini keşfetmesidir. 1781 yılında Herschell, kuyruklu yıldız sandığı hareketli bir gökcisminin yaptığı hesaplar sonucunda, Güneş sisteminin altıncı üyesi olduğunu göstermiş ve bu gezegene Uranüs adı verilmiştir. 1787’de ise, yine Herschell tarafından bu yeni üyenin iki uydusu keşfedilmiştir.
17. yüzyılda Newton birbirini çeken iki cisim üzerinde çalışmıştı. Newton’dan sonra bu dönemde sadece iki cisim değil üç ve daha fazla cisim arasındaki çekim ele alınmış, 18 cismin karşılıklı gravitasyonel etkilerine ilişkin matematiksel ölçümler olanaklı hale gelmiş ve 19. yüzyılda problem artık hiç bir gözlem yapılmadan, tamamıyla matematiksel olarak ve gravitasyonel kanunlar kullanılarak gökcisimlerinin konumlarını belirleme biçimine girmiştir. Diğer taraftan Kepler, gökcisimlerinin Güneş’in çevresinde elips yörüngeler üzerinde dolandıklarını bulmuştu. Newton’un Evrensel Çekim Yasası ise, gezegenlerin, Güneş çevresinde değil, Güneş de dahil olmak üzere ağırlık merkezleri çevresinde düzgün ve sabit elips yörüngeler çizdiklerini söylemekteydi. Newton’u izleyenler gezegenlerin düzgün elipsler değil, birbirlerine benzemeyen kapalı eğriler çizdiklerini göstermişlerdir.
19. yüzyıl, diğer bilim dallarında da olduğu gibi astronomların en fazla işbirliği içerisinde olduğu yüzyıldır. 1800 yılında çıkarılan Monatlicke Correspondenzastronomi alanındaki ilk bilimsel periyodiktir. Bunun dışında üç önemli dernek de bu yüzyılda kurulmuştur; Astronomical Society (1820), Astronomische Gesellschaft (1863) ve Società degli Spettroscopisti Italiani (1871). Bu dernekleri diğerleri izlemiştir. Yine bu yüzyılda üç önemli gözlemevinin de kurulduğunu görmekteyiz; Ümit Burnu’nda kurulan Krallık Gözlemevi (The Royal Observatory, 1829), Harvard Koleji Gözlemevi (The Harvard College Observatory, 1839) ve Pulkova Gözlemevi (The Pulkova Observatory, 1839).
17. ve 18. yüzyıllarda pratik astronomideki en önemli buluşlardan biri Güneş sisteminin bilinenden daha çok üyeye sahip ve evrenin sanıldığından çok daha büyük ve değişik bir yapıda olduğunun ortaya konmasıdır. 1781’de Herchell’in Uranüs’ü keşfiyle Güneş sisteminin altı gezegenden oluşmadığı bulunmuştu. Bu keşifler 19. yüzyılda birbirini izlemiş ve sistemin diğer üyeleri keşfedilmiştir
Güneş sistemine ilişkin ilk buluşlar Galilei ile başladı. O zamana kadar yalnızca Yer’in uydusu olduğu sanılıyordu. Galilei teleskopuyla Jüpiter’in dört uydusunu gözlemledi. Bunu Huygens’in Satürn’ün halkası ve iki uydusu olduğu buluşu izledi. Cassini ise Satürn’ün halkasının iki parçalı ve uydusunun dört tane olduğunu keşfetti. 1781 yılında ise Herschell Güneş sisteminin altıncı üyesini, Uranüs’ü keşfetti.
Hercshell’in Uranüs’ü keşfinden sonra 18. yüzyılın sonlarında, İtalyan astronom Guiseppe Piazze (1746-1826), Mars ve Jüpiter arasında ufak bir gezegen belirledi ve bunu yeni bir gezegen olarak yorumladı. Dönemin önemli matematikçilerinden Carl Friedrich Gauss (1777-1855) bu küçük gezegenin yörüngesini hesapladı ve 1801 yılında bu küçük gezegene Ceres adı verildi. 1802 yılında da aynı bölgede Pallas asteroidi bulundu. Yapılan çeşitli gözlemler sonucunda, bu bölgede, bu asteroitler gibi sayıları iki bini bulan asteroitin olduğu ortaya çıktı ve bir zamanlar Mars ve Jüpiter arasında bir gezegenin var olduğu ancak, bu gezegenin parçalanması ile bu asteroitlerin oluştuğu görüşü ortaya atıldı. Gerçekte, Mars ve Jüpiter arasındaki bu geniş boşluğu Kepler de görmüş ve burada bir gezegenin olması gerektiğini düşünmüştü.
Uranüs gezegeninin bulunması dinamik astronomi çalışmalarına hız vermiş dönemin matematikçileri bu gezegenin yörünge elemanlarını bulmak için oldukça önemli çalışmalar yapmışlar ve bu çalışmalar da diğer iki gezegenin bulunmasına yol açmıştır.
1821 yılında matematikçi Alexis Bouvard Uranüs çizelgeleri üzerinde çalıştığı sıralarda yarım dakikalık bir hata fark etti ve matematikçiler arasında bu hatanın başka bir gezegenden kaynaklandığı görüşü hakim olmaya başladı. Niccolo Cacciotore 1835’de Uranüs’ün ötesinde bir gezegen gözlemlediğini öne sürdü. Aynı gezegeni 1831’de Louis François Wartman da gözlemlemişti. 1842 yılında ise Göttingen Bilimler Akademisi Uranüs probleminin çözümü için ödül teklif etti.
Uranüs’ün hatalı yörüngesinden sorumlu olan gezegeni bulma şerefini John Couch Adams (1819-1982) elde etti ve bu hatanın, Uranüs’ün dışındaki bir gezegenden kaynaklanabileceğini düşündü; bu gezegenin koordinatlarını ve büyüklüğünü belirledi. Aynı çalışmaları Le Verier (1811-1877), Adams’tan bağımsız olarak yaptı. 1846’da Alman astronom Johamm Galle, teleskopunu saptanan koordinatlara çevirdiğinde yeni gezegeni gözlemledi. Bu yeni gezegene Neptün adı verildi.
19. yüzyılda yapılan çalışmalar yıldızların neden yapıldıkları sorusunu gündeme getirdi ve astrofizik adında yeni bir alan ortaya çıktı. Astrofiziğin ortaya çıkışı ve gelişmesi spektral analizin doğuşu ile mümkün olmuştur. Spektral analiz, herhangi bir gökcisminin yaydığı ışığın, spektroskop denilen aletten geçirilerek gökcisminin kimyasal yapısı hakkında bilgi edinilmesidir. Astrofizik dediğimiz disiplin, yıldızlardan ışınların spektrumlarının alınmasıyla ortaya çıkmış, gökcisimlerinden gelen ışığın incelenmesi ve bu ışıkların kimyasal analizi 19. yüzyılın ilk çeyreğinde gelişmiştir.
Yıldızlardan gelen ışığın onların yapısı ile ilgili bilgileri barındırdığının keşfinden sonra, yıldızların sınıflandırılması düşüncesi oluştu. Böyle bir sınıflamayı ilk kez Angelo Secchi (1818-1878) önerdi. Secchi, yaptığı spektral analizlerin sonucunda bütün yıldızları dört ana gurupta topladı. 1890 yılında, Harvard Koleji Gözlemevi tarafından yayınlanan katalogda Secchi’nin bu tasnifine iki yeni tip ilave edilerek, B, A, F, G, K, M harfleri kullanıldı. Bu sınıflama ile, sınıflamanın çok karışık ve zor olduğu astronomi bilimi açıklığı kavuştu ve sadeleşti. Böylece, yıldızların doğuşu, gelişimi hakkındaki bilgiler kolaylıkla elde edilebilir hale geldi.
17. ve 18. yüzyıllarda gözlemsel ve dinamik astronomi alanındaki ve 19. yüzyılda ortaya çıkan astrofizik alanındaki çalışmalar, 20. yüzyıl astronomisinin odak noktaları olmuş ve çeşitli problemleri de beraberinde getirmiştir. Gözlemsel alandaki çalışmalarla Güneş sisteminin şimdiye kadar bilinmeyen gezegenleri bulunmakla kalmamış, bu gezegenler dışında yeni üyelerinin de olduğu anlaşılmıştır. Dinamik alandaki çalışmalar, Güneş sisteminin mekaniği sorununu gündeme getirmiş ve bu da beraberinde Güneş sisteminin nasıl oluştuğu sorusunu ortaya çıkartmıştır. Astrofizik alanındaki çalışmalar ise, yıldızların iç yapısının anlaşılmasına olanak tanımış ve bu da yıldızların evriminin nasıl olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Yine astrofizik çalışmaları ile evrenin yapısının ne olduğu anlaşılmaya başlanmış ve son yılların en popüler problemi olan evrenin oluşumuna ilişkin cevaplar aranmaya çalışılmıştır.
19. yüzyılda Uranüs gezegeni üzerinde yapılan çalışmalarla Neptün gezegeni bulunmuştu. Ancak yapılan gözlemler ve hesaplar bu gezegenin de yörüngesinde bazı sapmalar olduğunu göstermekteydi. 1915 yılında yapılan hesaplar, bu sapmanın bir başka gezegenden kaynaklandığını ortaya koydu. 1930 yılında, Lowell Gözlemevi’nde çalışan Clyde William Tombaugh (1906-) bu sapmalara neden olan yeni gezegeni bulduğunu açıkladı. Bu gezegene Plütongezegeni adı verildi. Ancak Plüton gezegenin yörüngesinde de bazı sapmalar belirlendi ve 1978’de bu sapmalara neden olan Plüton’un uydusu Charon keşfedildi. Böylece yapılan bu gözlemler sonucunda, Güneş sisteminin dokuz gezegenden oluştuğu ve kuyruklu yıldızlarla asteroitleri de hesaba katarsak oldukça fazla sayıda üyesi bulunduğu anlaşıldı.
20. yüzyılda dinamik astronominin en önemli problemleri Güneş sisteminin oluşumu ve mekaniği üzerinedir. 20. yüzyılda konuya ilişkin pek çok varsayım vardır. Bunlardan en önemlileri 1917’de Sir James Jeans tarafından ortaya atılan Gelgit Kuramı ya da Puro Kuramı ve Carl Von Weizsäckertarafından ortaya atılan ve Kant-Laplace kuramının değiştirilmiş biçimi olan kuramdır.
Dinamik astronomi alanındaki önemli çalışmalardan birisi de gezegen hareketlerine ilişkindir. Kepler’in kinematik ve Newton’un dinamik yasaları gezegen yörüngelerinin kapalı yani sabit elipsler olduğunu söylemekteydi. Oysa bu yüzyılda Albert Einstein (1789-1955), bu yörüngelerin sabit olmadığını, yörünge eksenlerinin hareketli olduğunu göstermiş ve bu harekete de “rölativistik eksen kayması” adı verilmiştir.
20. yüzyılın en önemli problemlerinden birisi evrenin yapısına ilişkin olarak ortaya atılan evrenin genişlemekte olduğu olgusudur. Bu olguya ilk dikkat çeken Edwin P. Hubble’dır (1889-1953). Hubble yıldız ışıklarının spektrum analiziyle çeşitli yıldız kümelerinin uzaklıklarını hesap etti ve bu yıldız kümelerinin çoğunun kırmızıya kaydığını, yani bizden uzaklaşmakta olduğunu belirledi. 1929’da, bu hızın uzaklıkla doğru orantılı olduğunu gösterdi. Sonuç açıktı; evren durağan değil, genişlemekteydi. 1965 yılında Arno Penzias (1933-) ve Robert Wilson (1936-), bir radyo anteni ile, Samanyolu dışından yayılan radyo dalgalarının şiddetini ölçmek amacı ile, son derece duyarlı bir mikrodalga detektörünü denerlerken beklenmedik bir gürültü işittiler. Gürültü belirli bir yönden gelmiyordu; atmosferin dışından geldiği kesindi. Çünkü, alıcının yeri değiştiğinde gürültünün şiddeti değişmiyordu. Ancak bunun nedenini açıklayamadılar. Gerçekte bu ses evrenin tümünün bir zamanlar bir plazma halinde iken patlamasıyla ortaya çıkan elektromanyetik dalgaların bir kalıntısı idi.
Yıldızların büyük ölçüde kırmızıya kayması ve arka-alan ışıması, evrenin bir patlama sonucu oluştuğunu gösteriyordu. Bu patlama ve genişleme sonucunda, en hızlı hareket eden kütleler en dışta, en yavaş hareket edenler en içte olmak üzere bir yayılım başlamıştı. Patlama ve genişleme süreci 10-20 milyar yıl kadar sürmüş ve hâlâ sürmekteydi. Bu kurama Büyük Patlama (Big-Bang) Kuramı adı verilmiştir.
Evrenin genişlemekte olduğunun bulunuşu yirminci yüzyılın en önemli düşünsel devrimlerinden biridir. Buna karşın, statik evren görüşü o denli güçlüydü ki, yirminci yüzyıla kadar dayanabilmişti. Einstein, 1915’de genel görelilik kuramı üzerine çalışırken evrenin statik olduğundan çok emindi. Ancak Hubble’ın gözlemini ve buluşunu duyduktan sonra bu görüşünden vazgeçti.
1920’lerde kadar yıldızların evriminin kütlesine bağlı olduğu bilinmekteydi. Bir yıldız, büyük miktarda gazın, kütlesel çekim kuvvetiyle kendi üzerine çökmesiyle oluşuyordu. Oluşan kütle giderek ısınmaya başlıyor ve reaksiyon sonucunda salınan ısı yıldıza parlaklık veriyordu. Yıldız giderek yakıtını tüketiyor, soğur ve tekrar büzüşerek ölüyordu. 1928’de Subrahmanyan Chandrasekher, kütlesi Güneş’in kütlesinin yaklaşık bir buçuk katından fazla olan bir yıldızın kendi çekim kütlesine karşı koyamayacağını belirledi. Yıldız, Chandrasekher sınırı olarak bilinen bu değerin altında ise, büzülmesi duracak ve santimetreküp başına onlarca ton olan bir “beyaz cüce” haline gelecektir.
Ancak Rus bilim adamı Lev Davinovich Landau, hesapları sonucunda, yıldızın başka bir olanaklı sonu olabileceğini de hesapladı. Bazı yıldızlar beyaz cüceden daha küçük olacaklardı ve çapı 30 kilometre ve yoğunluğu santimetre küp başına on milyon ton olan bir nötron yıldızı haline geleceklerdi. Öte yandan, kütleleri bu sınırın üzerinde olan bir yıldız ya patlayacak ya da yeterince maddeyi dışarı atarak kütlelerini sınırın altına düşüreceklerdi. Ancak Chandrasekher sınırı, kütlesi bu sınırdan fazla olan bir yıldızın çökmesini engellemeyeceğini göstermekteydi. Bu varsayım doğruysa, yıldızı bir nokta gibi küçülebilirdi.
1939’da, konuyla ilgilenen Robert Oppenheimer, böyle bir yıldıza genel görelilik uyarınca neler olabileceği sorusunu yanıtladı. Fakat onun çalışması unutuldu. 1960’larda da onun çalışmaları yeniden gündeme geldi. Buna göre, yıldız büzüştükçe çekim alanı şiddetlenir ve ışığın kaçması zorlaşır. Yıldız belli bir kritik çapın altına düşünce artık ışık kaçamaz ve her şey kütlesel çekimin etkisiyle yıldıza geri döner. Bugün böyle bölgelere “kara delik” adı verilmektedir.