Finansal liberalleşmenin finansal krizler üzerindeki rolü ve önemi nedir?

Finansal liberalleşmenin finansal krizler üzerindeki rolü ve önemi nedir?
1990’lı yıllardan itibaren gelişmekte olan ülkeler (G.O.Ü.)’de yaşanan ekonomik krizler ve bu krizlerin yaratmış olduğu sorunlar mali-finansal serbestleşme olgusunun yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Ancak, bu gözden geçirme G.O.Ü’lerde finansal serbestleşme olmalı mı olmamalı mı şeklinde değil, serbestleşmenin nasıl bir prosedür çerçevesinde yapılması gerektiğinde odaklanmaktadır. Bu incelememizde öncelikle finansal liberalizasyon olgusu ele alınmış, buna bağlı olarak portföy yatırımlarının boyutunda yaşanan artışların etkileri değerlendirilmiş ve yaşanan deneyimler sonucunda alınması gereken önlemler üzerinde durulmuştur.


Finansal Liberalleşme Nedir? ve Etkileri Nelerdir ?
1980’li yıllarda uluslararası sistemde meydana gelen yeniden yapılanmanın bir uzantısı olarak önem kazanan ve çok yönlü bir etkiye sahip küreselleşmenin ekonomik boyutunun bir diğer ayağını oluşturan (birinci ayak üretimin küreselleşmesi) finansal küreselleşme “ulusal finans piyasalarını ayıran sınırların ortadan kalkması, finans piyasalarının çeşitli kontrol ve sınırlamalardan arındırılarak uluslararası rekabete açılması, piyasaların konvertibiliteye sahip olmaları, kurların dalgalanmaya bırakılması uluslararası sermaye akımlarının artması ve yatırım fonları ile yatırım ortaklıkları gibi yeni kurumsal yatırımların finans piyasalarındaki rollerinin artması” şeklinde tanımlanmaktadır. Dikkat edilirse finansal küreselleşme hem küreselleşmenin bir parçası hem de küreselleşmeyi hızlandıran önemli bir unsuru oluşturmaktadır. Nitekim finansal piyasaların bütünleşmesi ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonucunda faiz ve kur dalgalanmalarına imkan tanınması üretimin küreselleşmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Finansal küreselleşmeye, çok taraflı parasal işbirliğini öngören Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun çalışmaları sonucunda uluslararası para sisteminin II. Dünya Savaşı sonrasında aldığı şekil (paraların konvertibiliteye sahip olmaları), Dünya Bankası ve konsorsiyum bankaları gibi kuruluşların büyük çaplı sermaye yatırımı gerektiren projeleri desteklemeleri, doların 1973’teki devalüasyonu sonucunda kurların dalgalanmaya bırakılması ve teknolojide yaşanan gelişmeler etkili olmuştur. Bunların dışında reel sektördeki ve dünya ticaretindeki gelişmeler, ÇUŞ (çok uluslu şirket)’ların yatırımlarındaki artış, menkul kıymetlendirme, (securization), finansal araçların çeşitliliğindeki hızlı artış (future, option ve swap gibi) mevzuatın hafifletilmesi, finansal liberalizasyon gibi politik, kurumsal ve teknik etkiler de rol oynamıştır.
Finansal liberalizasyon; genellikle hükümetlerin gelişmiş ülkelerin uluslararası finansal faaliyetlerini kendi ülkelerine çekmek için bankacılık finans sistemi üzerindeki denetim ve kısıtlamaları kaldırdığı ya da önemli bir ölçüde azalttığı deregülasyon uygulamalarının bir sonucu olarak gösterilmekte ve ekonomilerin uluslararası sermaye akımlarına açılma süreci olarak ifade edilmektedir.
1980’lerde yaşanan borç krizi ile önemli ölçüde daralan dış finansman imkanları sonucunda gelişmekte olan ülkeler kalkınma ve büyümelerini gerçekleştirmek amacıyla gereksinim duydukları sermaye birikimini sağlamak için özel sermaye akımlarının bileşimini değiştirerek (dış borç ve ticari banka kredileri şeklindeki), yabancı sermayeye (doğrudan yatırım ve portföye) kaymıştır. Dolayısıyla sermayenin dünyasallaşması olgusu ile borç sorunları arasında bir ilişkiden söz edilebilir.
Önceki yıllarda, gelişmekte olan ülkeler için yabancı sermaye teknolojiyi geliştirmek, sermaye açığını kapamak, işsizliğe çözüm getirmek, döviz rezervlerini genişletmek ve ucuz hammadde kullanmak amacıyla getirilirken bugün bunlara ek olarak, sermaye ihraç eden ülkelerin politik ve ekonomik desteğini sağlamak, dışa açılmak, ülke içinde dengeli bir rekabet ortamı yaratmak, çevre koruma ve insan kaynaklarının geliştirilmesi gibi hedefler de benimsenmiştir. Bu hedefler bağlamında, gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye girişi borçlanma yolu ile gelir yaratarak talebi etkilemekte ve dünya ticaretindeki gelişmeyi hızlandırarak küreselleşmeyi artıran bir rol üstlenmektedir.
Öte yandan, finansal küreselleşmenin itici gücü olan finansal liberalleşmenin benimsenmesinde 1980’lere egemen olan iktisadi düşüncenin rolü de büyük olmuştur. Neo-klasik teori bağlamındaki bu düşünce yerli tasarrufların yetersiz kaldığı durumlarda yabancı tasarrufların yerli yatırımlar ve büyüme için önemli bir kaynak oluşturacağı temeline dayanmıştır. Bu düşünceye göre, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi (dış finansal serbestlik) sonucunda tasarruflar sermaye darboğazı çeken ülkelere akacak, diğer bir deyişle ekonomik etkinliği geliştirerek büyüme ve istihdamı gerçekleştirmek için yurt içi tasarrufları yeterli olmayan gelişmekte olan ülkelerde faiz oranını yükselterek tasarruf fazlası olan ülkelerin tasarrufları çekilecektir. Bu süreç gelişmekte olan ülkelerdeki faiz oranları uluslararası faiz oranına inene kadar devam edecektir.
İşte finansal liberalleşmeye bağlı olarak bu beklentiler doğrultusunda gerçekleşen kısa vadeli sermaye hareketleri (portföy yatırımları, tahvilleri, mevduat sertifikası, ticari kağıt ve hisse senedi) G.O.Ü’lere yönelik uluslararası sermaye hareketlerinin önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Portföy akımlarının çoğunun 1980’li yılların borç krizinden itibaren sürekli gelişmekte olan ülkelere yönelmesi gelişmekte olan ülkeler açısından yatırımcıların bu ülkelere duyduğu güven olarak değerlendirilmektedir. G.O.Ü’lere yönelik portföy yatırımlarının bu hızlı artışının nedenleri arasında bir yandan OECD ülkelerinde devresel olarak gevşek bir para politikasının izlenmesi uluslararası faiz oranlarındaki düşme ve buna bağlı olarak büyüme hızındaki azalma (itiş etkisi), bir yandan da yeni gelen yatırım fırsatlarının (çekme etkisi) etken olduğu gösterilmektedir. Bununla birlikte, portföy yatırımlarındaki artışta G.O.Ü’lerdeki özelleştirme programları (Arjantin’de olduğu gibi) ev sahibi ülkenin kredi değerliliği ve gerçekleştirilen kurumsal reformlarında (Meksika’da olduğu gibi) yüksek kazanç beklentilerini artırarak bu ülkelere yönelik sermaye akımlarının gelişiminde etken olmuştur.
Ancak, uluslararası sermaye piyasalarındaki bu eğilim aynı zamanda G.O.Ü’lerin ekonomilerinde bazı sorunların doğmasına neden olmaktadır. Bunlardan ilki artan kısa vadeli sermaye akımlarının istikrarlı olup olmaması ve kısa bir süre içinde tersi yöne dönüp dönmeyeceğine ilişkindir. Çünkü kısa vadeli sermaye akımları faiz ve döviz kuru arasındaki dengesizliklerden kaynaklanan arbitraj özelliğine dayanan istikrarsız sıcak para hareketi niteliği taşımaktadır. Bu yüksek likidite nedeniyle portföy yatırımları kısa vadeli banka kredileri ile birlikte riskli bir sermaye akımı olarak görülmektedir.
Uluslararası sermaye hareketleri makro ekonomik politikalara, bankacılık sistemine ve beklenmedik politik ve ekonomik gelişmelere karşı aşırı duyarlıdır. Aşırı sermaye girişi karşısında değer kazanmış yerli para uluslararası sermayenin bu duyarlılığına bağlı olarak kaçması sonucunda değer kaybına uğramakta ve finansal krizler yaşanmaktadır. Bir diğer ifadeyle; portföy yatırımları ile döviz kurları ve menkul kıymet fiyatları arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim, istikrarsız bu iki piyasa portföy yatırımları ile birbirine bağlanmakta ve karşılıklı etkileşim sonucunda finansal krizler doğurduğu gibi, aşırı dalgalanmalar döviz rezervlerine bağlı olarak da ödemeler dengesi krizlerine yol açmaktadır .
Öte yandan, aşırı sermaye girişine bağlı olarak yerli paranın değer kazanması ihracatçı sektörlerin rekabet gücü ve dış ticaret dengesi üzerinde olumsuz etki yarattığı gibi ekonomiyi ithalata bağımlı hale getirmekte, bunun sonucunda özellikle dışa açık bir sektör olan imalat sanayii olumsuz etkilenerek uluslararası rekabet gücü azalmaktadır. Ayrıca, aşırı sermaye girişi ile bir süre sonra artan kamu açığı ve cari açık nedeniyle devalüasyon beklentisi içine girilmesi sermaye kaçışına neden olduğu gibi, doğrudan yatırımlara yönelik sermaye girişinin de olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır.
Bütün bunların dışında finansal liberalizasyona bağlı olarak artan kısa vadeli sermaye akımlarının önemli bir diğer etkisi de reel getirilerin önemini yitirerek spekülatif güdülerin üretken yatırımlara baskın çıkması ve sermaye denetimini engellemesi ile birlikte sermaye piyasalarında krizler doğurmasıdır. Bu krizler ise kısa bir süre sonra uluslararası nitelik kazanarak ulusal makro ekonomik politikalardaki denetimi de güçleştirmektedir. Nitekim, 1997 Temmuz’unda Tayvan’da başlayan daha sonra pek çok Asya ekonomisini etkisi altına alan kriz buna örnek olarak gösterilebilir.
Finansal Liberalleşmeye Karşı Yapılması Gerekenler
Gelişmekte olan ülkelerin belli bir evrim içerisinde olmadan ve makro ekonomik dengeler sağlanmadan çok çabuk bir şekilde finansal serbestleşmeye gitmeleri krizle karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır (Meksika’da ve Asya’da olduğu gibi). Nitekim, sermaye hareketlerinin serbestleşmesini öngören neo klasik yaklaşım dahi sermaye hareketleri karşısında gelişmekte olan ülkelerde sorunların çıkmaması için önce kamu ve para piyasası dengesinin sağlanmış olması, dış ticaret açığının kapanması gerektiğini belirtir. Bu görüşe göre, makro ekonomik denge oluşturulmadan ve para politikaları üzerinden kalkacak müdahalenin yerini alacak araçlar yaratılmadan finansal serbestleşmeye gitmek hatalı görülmektedir. Bu nedenle, dış finansal serbestlikten önce kamu yatırım ve tüketim harcamalarının kısılması, kamu teşekküllerinin özelleştirilmesi, sübvansiyonlara son verilmesi ve dış ticaret dengesinin sağlanmış olması gerekmektedir. Ancak, 1990’lı yıllarda Meksika ekonomisinin kamu açığı ve dış ticaret açığı olmamasına rağmen finansal bir kriz içerisine girmesi, krizlerin arkasında sadece kamu açığı ve dış ticaret açığını görmenin yeterli olmadığına işaret etmektedir.
Konuya bu boyutu ile bakıldığında, kısa vadeli sermaye akımlarının finansal bir krize yol açmaması için finansal ve mali serbestleşmeden önce finansal sektörlerin finansal altyapısının sağlam temellere oturtulması gerekmektedir. Yani, etkin bir fon aktarım mekanizmasının olması gerekmektedir. Etkinliğin, fon aktarım mekanizmasını oluşturan aracı kurumların sayısının artmasından öte en iyi kullanıcıya en uygun fırsatla ulaşması yönünde olması önerilmektedir.
Bazı iktisatçılara göre ise, gelişmekte olan ülkelerde finansal liberalizasyona bağlı olarak artan portföy yatırımlarının aşırı dalgalanmasının beraberinde getirdiği krizler, spekülatif yatırımların üretken yatırımlara baskın çıkmasının yarattığı gelir dağılımı bozukluğunun giderilmesinde G.O.Ü’lerde sermaye kontrollerinin gerekliliği yönünde çözüm önerileri getirilmektedir. Bu önerilerden bir kısmı ulusal nitelik (katlı kur uygulaması, miktar kısıtlaması, bankaların döviz yükümlülüklerinin sınırlandırılmasına yönelik olarak munzam karşılık oranlarının konması, vs.) bir kısmı da küresel nitelik (Tobin vergisi) gösterilmektedir. F. R Kennedy’nin eski danışmanı Keynesçi iktisatçı, 1981 Nobel iktisat ödülü sahibi James Tobin, dövizlerin çevrilmesini içeren bütün uluslararası kambiyo işlemlerini etkileyecek bir verginin uygulanmasını önermiştir. “Söz konusu vergi hem alımda hem de satımda izlemelerin amacı ne olursa olsun devreye girecektir. Başlangıçta bu verginin sadece cari piyasada uygulanması düşünülmüş fakat bu piyasada var olan kaçamak yolların çokluğu verginin diğer tüm piyasaları kapsaması gerektiğini ortaya koymuştur” (Cari işlemler, vadeli işlemler, döviz trampları gibi). Tobin’e göre bu vergi, uluslararası düzlemde bütün ülkelerde aynı oranda alınmalı ve değişik hükümetler tarafından kendi toprakları üzerinde gerçekleşen döviz cinsi ne olursa olsun bütün işlemler için uygulanmalıdır. Bu vergi spekülasyonu yavaşlatacaktır. Çünkü verginin maliyeti aktifin elde tutulma dönemine göre tersi orantılıdır. Hesap durumu ne kadar kısa vadeli olursa, vergi maliyeti de otomatik olarak o kadar fazla olacaktır. Böylece, % 0,5’lik bir verginin iki günlük taşma için yıllık maliyeti % 5,7, yedi gün için % 6,8, bir ay için % 13, 3 ay için % 4, 3 yıl için % 0,2 olacaktır. Bu da salt spekülatif işlemlerin aşırı vergilendirilmesini sağlayacaktır.
Ancak, sermaye kontrollerinin olması gerektiği görüşüne karşılık bunun aksini savunanlarda olmuştur. Nitekim, Endonezya Maliye Bakanı Mari’e Muhammed ülkesinde yaşanan ekonomik krize rağmen eski kısıtlamaların yeniden canlandırılması yerine, ekonomik ve finansal liberalleşmenin artması yönünde hareket etmiştir. Endonezya’ya karşı olumsuz yaklaşımı önlemenin tek yolu, ekonomiyi daha fazla serbestleştirmek olarak görülmüştür. Öyle ki, bu görüş Endonezya Merkez Bankası Başkanı Soedradjac Djlwandono tarafından da desteklenmiştir. Dijwandono, yaşanan karmaşanın kaçınılmaz olduğunu belirterek bu tür gelişmelerden ülkenin soyutlanamayacağını ve bunların üstesinden gelebilmek için yetkililerin finansal ve ekonomik liberalleşme konusunda kararlı olduklarını belirtmiştir. Gerek Endonezya gerekse Tayland Maliye Bakanları, ticaret ve finansal alanda yeni korumacı girişimlerin yarardan çok zarar getireceğini vurgulamışlardır .
Öte yandan, bütün bunlarla beraber denetimsiz bir biçimde finansal liberalizasyon sürecine giren G.O.Ü’lerin yaşamış olduğu kriz, bu kriz sonrasında IMF programlarını uygulamak zorunda kalmaları ve bu politikaların ülkelerin makro ekonomi politikalarında denetim güçlerinin azalmasına neden oluşu, iktisadi dengenin oluşumunda devletin rolünün ne olması gerektiği konusunu da gündeme getirmiştir. Bu kanıya göre, küreselleşmiş ekonomide sermaye piyasaları, sermaye hareketleri serbestleştiği için özerk ve denetim dışı piyasa mekanizması çalışmakta ve devlet ekonomiyi yönlendirememektedir.
Ancak, yaşanan bu süreçte karşılaşılan sorunları ve riskleri aşarak küresel pazarın sunduğu fırsatları değerlendirmeye destek olmak açısından devletin görevinin daha da önemli bir hale geldiğini göz ardı etmemek gerekmektedir. Her ne kadar yaşanan uluslararası trendlerin etkisiyle devletin özerkliğinin aşınmasına rağmen, devlet, küreselleşmenin getirdiği dayatmalar nedeniyle toplumsal sorunların çözüm aracı olmasının ötesinde küresel sermaye piyasalarının işlerliğini etkin kılmak için gerekli hukuki ve altyapı koşullarını oluşturmakla görevlendirilmiş, böylece devletin düzenleyici rolü tekrar gündeme gelmiştir. Nitekim, Dünya Bankası’nın 1997 Dünya Kalkınma Raporu, küreselleşme sürecinde devletin gerekliliğini ortaya koymuş, piyasaların korunması ve düzenlenmesinde devlete büyük görev düştüğünü vurgulamıştır.
Raporda, etkin bir devlet olmadan gelişmenin imkansız olacağı gerçeğinin gözden kaçırılmaması gerektiği belirtilmiştir. Bunun anlamı ise, devletin piyasanın yerine geçmesi değil, onunla işbirliği yaparak piyasaların noksanlarının tamamlanmasıdır. Rapora göre, devlet üretime ve hizmetlere katılımı artırmalı, piyasa ekonomisinin iyi işleyebilmesi için kendi kurumlarını rekabetçi bir yapıya kavuşturmalı yani özelleştirmeli, kural ve sınırlamaları piyasanın gerekleri doğrultusunda güvence altına almalıdır. Raporda, ayrıca iktisadi büyüme için, liberal ticaretin, sermaye piyasalarının ve yatırım rejimlerinin sürdürülmesinin hayati bir önem taşıması nedeniyle devlet imkanlarının kapitalist küreselleşme ile bütünleşmeye engel olmayacak şekilde geliştirilmesi gerektiği tavsiye edilmiştir.
Öte yandan, portföy yatırımlarının beraberinde getirdiği sorunlar finansal liberalizasyon bağlamında doğrudan sermaye yatırımlarının serbestleşmesine ilişkin MAI (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) konusunu da gündeme getirmiştir, Her ne kadar yasalaşma sürecini tamamlayamamışsa da “Küreselleşmenin Anayasası” olarak ifade edilen MAI, içerdiği maddeler açısından oldukça ağır hükümler taşımakta, özellikle çokuluslu yatırımları kendi aralarında tam eşitlik ve serbestlik sağlayarak uluslararası arenada tüm sermayeye aynı işlemin uygulanmasını gerçekleştirmeyi amaçlaması, milli işlem ilkesi ve en fazla tercihli ülke ilkesi, çokuluslu sermaye arasındaki rekabeti ortadan kaldırmaya yönelik olduğundan sonuçta yine gelişmekte olan ülkeler aleyhine bir özellik taşımaktadır.
Öyle ki, mülkiyet edinme de dahil üretimden pazarlamaya kadar her alanda hiçbir sınırlama getirmeden ve denetimle karşılaşmadan uluslararası sermayeye faaliyet göstermesini sağlayacak imkanlar tanınması (ekonomilerin tamamiyle yabancı sermayeye açılması, yabancı şirket, yerli şirket arasında ayırım gözetilmemesi, yabancı sermaye yatırımcılarıyla doğacak ihtilafların özel uluslararası ticaret mahkemelerinde çözümlenmesi, yabancı yatırımcılara kuruluş büyüme ve hareket tarzlarına ilişkin her hangi bir taahhüt veya sorumluluğun dayatılmaması) MAI’nın finansal ve yatırıma ilişkin küresel sistemin temel dayanağı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gözler önüne sermektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu