İdeolojik akımların yeni dünya düzenindeki rolü nedir?

İdeolojik akımların yeni dünya düzenindeki rolü nedir?
İdeolojik Karmaşanın Sınıfsal Yansıması – ATO TÜSİAD’a Karşı

Siyasi yapıda yaşanan karmaşa, ekonomik sınıflar arasındaki ideolojiler savaşında kendisini açık biçimde göstermektedir. Görece küçük ve yerel burjuvazinin yani üst orta sınıf mensuplarının çıkarlarını temsil eden Ticaret Odaları veya bunların en etkili örneğini ele alırsak Ankara Ticaret Odası (ATO) ile küreselleşmiş finans kapitalin önde gelen yapısı TÜSİAD arasında yaşanan, bir başka deyişle eskinin ekonomik sağını oluşturan unsurları karşı karşıya getiren çekişme tam da konumuza işaret ediyor.

Esnaf ve küçük ölçekli sanayici sınıfın ekonomik hiyerarşi içindeki pozisyonunu korumak ve yükseltmek amacıyla her şehirde kurulan ticari yönelimli birliklerden birisi olan ATO’nun ülkede ulusal cephenin retoriğini tümüyle sahiplenmesi hatta ulusalcı düşüncenin bayraktarlığını ele alması kamuoyunun birçok unsuru tarafından abesle iştigal olarak nitelendirilse de, örgütün, yaptığı etkinliklerle, kurucu ilkeleri ya da pragmatik çıkarlarıyla çelişmediği sârih bir gerçekliktir. Şöyle ki; IMF’nin dayattığı yapısal reformlar ve özellikle de Gümrük Birliği Anlaşması’nın getirdiği düzenlemelerin söz konusu kesim üzerindeki yıkıcı etkileri; ulusalcılığın turnusol kağıdı işlevini gören Avrupa Birliği tartışması konusunda muhalif kampta yer almalarına neden olmuş ve politikalarının merkezine yerleştirdikleri ekonomik kaygılarla güdülenen zenofobik bakış açısı, örgütü Türkiye iç siyasetinde sağ kanada etkili biçimde yerleştirmiştir. Ticari nitelikli bir birliğin tüm üyelerinin aynı siyasi yönelime sahip olamayacağından hareketle, ATO’nun mücadelesinde sınıfsal çıkarlar belirgin hale gelmektedir.

ATO bu mücadelesine toplumun alt kesimlerini angaje etmeye ve böylece sermayeye karşı, sürüme dayanan bir denge sağlamaya çalışmaktadır. Bu sebepten ötürü taşra siyasetinin temel özelliklerine politikasında yer veren ATO, tahmin edilebileceği gibi, ulusalcı söylemini herhangi bir doktriner çerçeveye oturtmamakta, ölçüsünü güncel politik gelişmelere göre ayarladığı bu tavrı fazlasıyla popülist bir çizgide sürdürmektedir. Kullanılan motiflerde etnik simgelerden özellikle uzak durulmakta ve toplumun ortak paydaları üzerine yoğunlaşılmaktadır. Oldukça yüksek bir maliyetle imal edilerek ATO Genel Merkezi’ne dikilen, Ankara’daki muhtemelen en büyük Türk bayrağı bu anlayışın göstergesi olmuştur. İç yapıdaki sınıfsal mücadele, böyle bir milli simgenin, ulusal ve tarihsel önemi haiz kurumlar dururken bir ticaret örgütünce hazırlanmasının mantığını ortaya koymaktadır.

TÜSİAD tarafından temsil edilen İstanbul merkezli büyük sermayedarlar grubu, başka bir deyişle kapitalist iş dünyası ise söz konusu sınıf mücadelesinde diğer kanadı oluşturmaktadır. Türkiye’deki en dinamik kesimi teşkil eden bu sınıf dünya ekonomisine önemli ölçüde eklemlenerek küreselleştirilmiş ve böylece Batı’nın yaptırımlarını uygulamaya en istekli grup olma niteliğini kazanmıştır. Bu bapta değerlendirildiğinde Batı’dan “insan hakları emperyalizmi” jargonu altında gelen ideolojik akımların şampiyonluğunu bu kesimin yapması, gayet tabi ki, şaşırtıcı değildir. Fakat, genel ekonomik yapı içindeki ayrıcalıklı pozisyonlarına koşut bir siyasi etkiye sahip olan ve azınlık raporları, demokratik haklar bildirileri, insan hakları duyuruları vs. ile iç politikaya yön veren sermayedarların, söz konusu akımlara içkin kavramları ne şekilde anladığı ve uygulamaya çalıştığı ciddi soru işaretleri oluşturuyor. Zira, soyundukları role paradoksal olarak demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerleri koruyacak ve geliştirecek bir burjuva sınıfı Türkiye’de tarihsel düzlemde söz konusu olmamış, varolan üst sınıf sadece çıkar liberalizmini basit bir biçimde takip etme yoluna gitmiş, ideolojik kavramları da bu minval üzere değerlendirmiştir.2

Bilindiği gibi, Türkiye’de ulus-devlet endüstrileşmiş Avrupa toplumlarında olduğunun aksine evrim değil devrim sonucu vücuda gelmiştir. Türk ulus-devletinin temellerinin atılmasında asker ve bürokrat kökenli bir grup ilerici aydın öncü rol üstlenmiş, daha sonra ise devrimlerin toplum düzeyinde kalıcı hale gelmesinin sağlanması gayesiyle bir ulusal burjuva yaratılmasına çalışılmıştır. Ancak kazanılması uzunca bir süre gerektiren toplumsal bilinç ve tecrübenin eksikliği yani iç koşulların olgunlaşmaması Türkiye’de burjuva sınıfının hiç de ulusal bir nitelik taşımaması sonucunu doğurmuş ve bu suni yapılanma endüstrileşmiş ülkelerdeki türdeşlerinden farklı sosyal etkilere sahip olagelmiştir.

Sermaye egemenliği, endüstrileşme sürecini tamamlayamamış, sınıfsal yapısı itibariyle kapitalizm aşamasına ulaşamamış ve denetleyici siyasi mekanizmaların işlerliğini sağlayamamış toplumlarda sosyo-ekonomik hakların korunabilmesini imkansız kıldığından, reel boyutta, demokrasiye muhalif bir yer edinmektedir. Bu nedenle evrensel değerlerin toplumda etkin bir konuma oturtulması için TÜSİAD tarafından temsil edilen kesimden medet ummak en basit anlatımıyla safdillik olacak ve “kuzuyu kurda emanet etmiş olmak” mantıksal sonucunu doğuracaktır.

Sözün özü, çıkarları birbirlerine karşıt duruma gelmiş bu iki sınıf, çekişmenin cephesini genişleterek mücadelelerini ekonomik olmayan bir temele dayandırmaya, yani ekonomik pozisyonlarını daha üst seviyelere taşımalarına yardımcı olacak fikri modellere eklemlenmeye çalışmaktadırlar. Küreselleşme sürecinin dayattığı ulusal ekonomik sistemlerin, zengin ve daha zengin arasındaki farkın daha da artmasına yol açan niteliğinden dolayı söz konusu gruplar arasında bir uzlaşma sağlanması, en azından yakın gelecekte, pek mümkün görünmemektedir.

Sonuç: Yeni Kıstas Ne olmalı?

Siyasi ve ekonomik olarak sağ kanadı temsil eden gruplar arasında süregiden çatışma ve uyuşmazlıklar, sağ ve sol kavramlarının, en azından Türkiye iç siyaseti özelinde, bunları kullananın anlatmak isteyeceklerine araç olamayacak içi boş terimler haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bu noktada birbirine karşıt fikir ve akımları sınıflandıracak daha etkin kıstasların bulunması gerekliliği dikkat çekmektedir.

Eski dünya düzeninde, ortak düşman karşısında samimi bir istekle birleşmiş olan sağ akımlar, yeni çağda düşmanlarını yenileyememiş ve ABD’nin İslami terörizmi gibi bir birleştirici mit bulamamışlardır. Bu nedenle, bu akımlar arasındaki cepheleşmenin kesin çizgilerle kabul edilmesi ve herhangi bir ayrım yapabilmek için sağa içkin olduğu kabul edilen fikri hareketlerin bizzat kendilerinin öne çıkarılması elzem görünmektedir. Bu düşünce doğrultusunda, sağ tabiri yerine, kastedilmek istenen ne ise; radikal İslamcı, ılımlı İslamcı veyahut ülkücü vs. olmak üzere tikel akımların sözünün edilmesi gereklidir. Bu tür bir yaklaşım ideolojik karmaşayla baş etmeyi kolaylaştıracağı gibi, Türkiye siyasi yapısını da eskimiş kalıplardan azat etmeye yardımcı olacaktır.

Diğer taraftan, üst ve üst orta sınıfların ortaklıktan çıkıp birbirine rakip hale gelmesi; biri liberalizmin en uç noktalarında gezinirken, diğerinin korumacı tedbirleri arzulamaya başlaması özel mülkiyet düşüncesiyle kapitalizmin kavramının da ne derece büyük bir ayrışma içine girdiğini ve artık ulusal ekonominin kazananının küresel aktörlerin doğrudan etkide bulunduğu finansın piyasaları tarafından belirlenerek toplumsal yapılarda daha derin gedikler açtığını işaret etmektedir. Bu nedenle iş dünyasının küreselleşmiş ve küreselleşememiş grupları arasına keskin bir çizgi çekilmeli ve siyasi yönelimler de bu ayrıma göre incelenmelidir.

Fakat hepsinden önemli olarak, ulusal ve evrensel değerlerin, siyasi ve ekonomik rant peşindeki küçük grupların boyunduruğundan kurtarılarak, geniş halk kitlelerince içselleştirilmesinin ve siyasi konjonktürü her türlü yönlendirme ve müdahaleden olabildiğince muaf bir biçimde bu grupların belirlemelerinin sağlanması, hiç şüphesiz ki, en ideal çözüm olacaktır. Bunun önkoşulunun da, dış kaynaklı ideolojik modellerin iç politikadaki etkisinin asgariye indirilmesinin olduğu açıktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu