İngiliz döneminde Kıbrıs’ta yaşam nasıldı?
Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’nin fiilen ele almasından sonra Rumlar Enosis çabalarını yoğunlaştırdılar. 1879 yılında Kıbrıs Rum Başpiskoposu, Ada’daki İngiliz Valisine bir dilekçe vererek Ada’nın resmen Yunanistan’a bağlanmasını talep etti. İngiltere bu dilekçeyi kabul etmedi; ama Rumlar Enosis yolundaki çabalarını sürdürdüler.
Birçok İngiliz devlet adamı Enosis fikrine sıcak bakmıştır. Örneğin, 1907 yılında Kıbrıs’ı Avam Kamarası üyesi sıfatıyla ziyaret eden Churchill, Rumların Enosis taleplerine karşı şunları söylemişti: “Yunan ırkından gelen Kıbrıs halkının Ada’nın anavatanlarıyla birleştirilmesini samimi bir ideal olarak görmeleri çok doğaldır. İleri sürülen bu düşünceler, İngiliz Hükümetinin saygı göstermeyeceği görüşler değildir.” Rumların bu Enosis çabalarına karşı, Türkler de İngiliz sömürgeciliğiyle savaşmak, Anavatana güven ve bağlılığı sürdürmek, dünyaya Türklerin sesini duyurmak ve Türk kültürünü korumak için örgütlenmişler ve 1891’den itibaren “Zaman” isimli bir gazete yayınlamaya başlamışlardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başında, Türklerin karşı cephede olmasından yararlanan İngilizler, Ada’yı ilhak etmişlerdi. 1915 yılında, İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, Yunanistan’ın İngiltere’nin safında savaşa katılması halinde Kıbrıs’ı Yunanistan’a vermeyi teklif etti. Ancak, Yunanistan o tarihlerde savaşa girmediği için bu fırsatı kaçırdı. İngilizler, kendilerini reddeden Yunan Kralı Konstantin’i Pire limanına bir donanma göndererek tahtını terketmeye zorladılar. 1917 yılında iktidara gelen Başbakan Venizelos müttefiklerin yanında yer almayı kabul etti; ancak İngilizler Kıbrıs’ı verme önerilerini bir daha tekrarlamadılar. 12 Nisan 1920 tarihinde Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi, Enosis çabalarını örgütlü biçimde yürütmek için bir “Ulusal Konsey” oluşturdular.
Rum – Yunan tarafı, Enosis için icabında kuvvet kullanılmasını kararlaştırdı. İngiltere, Rumların bu eylemlerine karşı Ada’daki Türkleri bir denge unsuru olarak kullanmaya çalıştı. 1929 yılının Mayıs ayında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nca hazırlanan bir belgede “Ada’da Türklerin bulunmasının siyasal açıdan İngiltere için bir kazanç olduğu” vurgulanmıştı. 21 Ekim 1931 tarihinde Enosis yanlısı Rumlar, İngiliz valisinin konağını ateşe verdiler.
1941 yılında Ada’da siyasi faaliyetlere izin verilince, Rumlar, kilisenin öncülüğünde Kıbrıs Ulusal Partisi’ni kurdular. Buna karşılık, 1945 yılı sonunda Kıbrıs Türkleri “Kıbrıs Türk Kurumlar Birliği”ni oluşturdular. 28 Şubat 1947’de Yunan Parlamentosu “Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakının Yunan ulusunun isteği olduğunu” kararlaştırdılar. Bunu izleyen yıllarda, İngilizlerin, Enosis yolunu kapatan bütün önerileri Rumlar tarafından reddedildi. 1950 yılında Kıbrıs Rum Ortodoks kilisesinin başına getirilen Makarios göreve başlarken ettiği yeminde şu ifadelere yer verdi: “Kıbrıs’ı Anavatan Yunanistan’a ilhak politikamızdan hiçbir zaman sapmayacağıma and içerim.”
O tarihlerde, Türk hükümeti Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmadığını savunuyor ve Ada’daki gelişmelerin İngiltere’nin bir iç meselesi olduğunu savunuyordu. Gerçekten, İngilizler, o yıllarda Ada’yı bırakmaya niyetli görünmüyorlardı. İngiliz Genelkurmay Başkanlığı’nın 1950 yılında hazırladığı bir raporda, “Eğer İngiltere Ortadoğu’daki durumu sürdürmek istiyorsa, Kıbrıs İngiltere’nin elinde kalmalıdır.” deniliyordu. İngiltere’nin bu tutumu Yunanistan’ı caydırmadı. 1951 yılı Şubat ayında Yunanistan Başbakanı Sofokles Venizelos Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesini İngiltere’den resmen talep etti. Yunanlılar, bir taraftan da İngiltere’yi terör yöntemleriyle caydırmayı planlıyordu. Makarios 1952 yılında EOKA lideri General Grivas ile Atina’da gizlice buluşarak Enosisi silahla gerçekleştirmesi için kendisiyle mutabakata varmıştı. 1 Nisan 1955 günü, EOKA Ada’da İngiltere’ye karşı silahlı eylemi başlattı. 100 civarı İngiliz veya İngiliz yanlısı Rum öldürüldü. Bir süre sonra, Türkler de hedef alınmaya başlandı. Türkiye de, bu gelişmeler üzerine tutumunu sertleştirmeye başladı.
1954 yılında kurulan Menderes hükümetinde Devlet Bakanı olan Fatih Rüştü Zorlu, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde en az Rumlar kadar söz sahibi olduğunu savunmaya başladı. Türkiye, Kıbrıs’ın stratejik önemini anlamaya başlamıştı. Fatih Rüştü Zorlu şöyle diyordu: “Türkiye, Lozan Antlaşması’yla bütün haklarından feragat etmiş değildir. Antlaşmanın 16. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan toprakların kaderinin ilgililer tarafından tayin edileceğini belirtiyor. Kıbrıs’ın Türkiye için stratejik önemi vardır. Savaş halinde Türkiye, ancak güney limanları yoluyla beslenecektir. Kıbrıs Adası’na hakim olacak kuvvet, aynı zamanda Ege Denizi’ndeki adaların da hakimi olursa Türkiye gerçek bir çevrilme altına alınmış olur. Hiçbir ülke tüm güvenliğinin dost dahi olsa, müttefik de olsa, başka bir devlete dayanmasına razı olamaz.”
Zorlu’nun bu sözleri, bugün Kıbrıs’ın Türkiye için hiçbir stratejik önemi olmadığını savunanlara en güzel cevabı oluşturmaktadır. Zorlu, Birinci Dünya Savaşına kadar Kıbrıs’ta halkın çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu haturlatmakta ve o tarihlerde Ada’daki toprakların % 60’ının Türklere ait olduğunu belirtmekteydi. Zorlu, eğer İngiltere hükümeti Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmek niyetinde ise, Kıbrıs’ın asıl sahibine, yani Türkiye’ye dönmesi gerektiğini savunuyordu. O tarihlerde, İngiltere tarafından düzenlenen çeşitli uluslararası konferanslar ve yapılan girişimler sonuç vermedi. Yunanistan ise, Birleşmiş Milletler’de (BM) istediğini elde edemedi. Bunun üzerine, Yunanlılar Enosis yerine Kıbrıs’ın bağımsızlığı fikrini savunmaya başladılar. Hatta, Yunan Dışişleri Bakanı Averof bazı özel görüşmelerde Ada’nın taksim edilebileceğini de söyledi.
İngilizler de taksim fikrine razı olabilecekleri yolunda beyanlarda bulunmaya başladılar. Başbakan Menderes, 1957 yılında Associated Press Ajansına verdiği bir demeçte şöyle diyordu: “Oradaki 120.000 Türk Yunanistan’ın Ada’ya sahip çıkmasına karşıdır. Yunanlılar ne istiyorlar? 120.000 Türkü esarete mi mahkum etmek istiyorlar? Türklerin kendi mukadderatlarını bizzat kendilerinin tayin etme hakları yok mudur? Yunanistan, Rumlara silah göndererek Ada’da tedhişçiliği yaratmıştır. Bu, uluslararası bir skandaldır. Bu ne biçim bir hükümettir ki, Ada halkının bir kısmını, halkın diğer kısmına dehşet salsın ve öldürsün diye saldırıyor?”
İşte, o devirde Türk devlet adamları Kıbrıslı Türklerin hakkını korumak için böyle kararlı bir üslup kullanıyorlardı. ABD ise, Kıbrıs’ta şiddet olaylarını durdurabilecek tek kişinin Makarios olduğunu düşünüyor ve bir süre önce İngilizler tarfından sürgüne gönderilen Makarios’un geri gönderilmesini istiyordu. Türkiye’nin kararlı tutumu karşısında Yunanistan fazla ileri gidemeyeceğini anladı. 1958 yılında BM’ye yaptıkları girişimlerden de sonuç alamadılar. Türkiye’nin bu direnişi karşısında Yunanistan geri adım attı. Dışişleri Bakanı Averof şöyle diyordu: “Davayı kaybettik. Zorlu kazandı. Sonunda Zorlu’yla Kıbrıs’ın bağımsızlığına kavuşturulmasında başka çözüm olmadığı üzerine mutabakata vardık.” İşte, Türkiye’nin o devirde izlediği politika böylece meyvesini vermiş bulunuyordu.
Bu gelişmeler, 1960 Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla iki tarafın siyasi eşitliğine dayanan bir Kıbrıs devletinin kurulması sonucunu verdi. Bugün dış baskılara dayanamayarak Türklerin eşitliği ilkesinden kolaylıkla vazgeçebilecekleri izlenimini verenlerin Kıbrıs’ın bu yakın geçmişini iyice okumaları ve o zamanki Türk hükümetlerinin ne kadar kararlı bir mücadele verdiklerini öğrenmeleri gerekiyor. Şunu da öğrenmeleri gerekiyor ki, Rum ve Yunan tarafı Enosis davalarından hiçbir koşul altında vazgeçmemiştir. Daha Londra ve Zürih Antlaşmalarının mürekkebi kurumadan Rumlar, Makarios’un öncülüğünde Ada’daki Türkleri şiddet kullanarak tasfiye etmeyi amaçlayan “Akritas Planı”nı hazırlamış vre yürürlüğe koymuşlardır. 1963 Noelinde Türklere yapılan kanlı saldırılar işte bu planlı yaklaşımın bir ürünüdür. 1960 Anayasasını zorla değiştirerek Türklerin bağımsız belediye kurma hakkını ellerinden almak isteyen Makarios şiddet yoluyla Türkleri devlet yönetiminden tasfiye etmiştir.
Ne yazık ki, onun başkanlığındaki gayrimeşru Kıbrıs yönetimi dünya tarafından tanınmış ve Kıbrıs devletinin de ortakları olan Türklerin hakları gözardı edilmiştir. 1963 saldırılarından sonra yapılan diplomatik girişimler sırasında Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, ünlü İngiliz tarihçi Toynbee’nin Kıbrıs’la ilgili şu sözlerini hatırlatmıştı: “Kıbrıs’ta aslanla koyunun birlikte yaşaması bir ütopyadır. Gerçek şudur ki, orada eski Osmanlı kuzuları yoktur; eski Osmanlılar aslan ve kaplandırlar.” Bu sözleri nakleden Erkin’in mesajı açıktı: Türkiye, Kıbrıs Türklerini sahipsiz bırakmayacaktı. İnsaf sahibi bazı yabancılar da gerçekleri görüyorlardı. Rumlar tarafından görevinden istifa etmeye zorlanan Alman Profesör Forsthoff, 27 Aralık 1963 tarihinde Die Welt gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “Son trajik olayların tek sorumlusu Makarios’tur. Onun amacı, Kıbrıs Türklerini haklarından mahrum etmektir.”
Bu arada, Kıbrıs’ta çatışmalar devam ediyordu. Yunanistan, Enosis idealinden vazgeçmiş değildi. Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, 25 Şubat 1964’te Makarios’a gönderdiği mektupta, “Helenizm tek ve bölünmez bir bütündür. Kıbrıs, Helenizmin ve ulusumuzun anlamlı bir bölümüdür” diyordu. İşte bu koşullar altında BM Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihinde aldığı bir kararla Kıbrıs’a bir barış gücü göndermeyi kabul etti. Finli diplomat Tuomioja da arabulucu tayin edildi.
Ancak, İngiliz arşivlerinden öğrendiğimize göre, bu arabulucu görevinin gerektirdiği tarafsızlıktan uzaktı ve Enosis yanlısıydı. İşte bu tecrübeleri yaşayan Türkler daha sonraki yıllarda arabuluculuk fikrine hep kuşkuyla baktılar, 2004 yılının başlarında AKP Hükümeti birdenbire, yeniden arabuluculuk önerisini ortaya atana kadar.
BM’den cesaret alan Makarios 4 Nisan 1964 tarihinde Londra ve Zürih Antlaşmalarının en önemli unsurlarından biri olan İttifak Antlaşmasını feshettiğini açıkladı. Yunanistan da bunu derhal destekledi. Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarından kaynaklanan haklarını kullanarak Ada’ya müdahale etmekten başka çaresi kalmamıştı; ama 5 Haziran 1964’te Amerikan Başkanı Johnson’un İsmet Paşa’ya gönderdiği sert mektup bu müdahaleyi önledi. ABD’nin ünlü diplomatlarından George Ball’un tabiriyle diplomatik bir atom bombasını andıran bu mektup, muhtemel bir Sovyet saldırısı karşısında, Amerika’nın Vaşington Antlaşması’ndan kaynaklanan Türkiye’yi koruma yükümlülüğünü yerine getirmeyebileceğini söylüyordu. İsmet Paşa’nın bu mektuba cevabı sert oldu. Şu sözler İsmet Paşa’ta aittir: “Eğer haklılığımız teslim edilmezse bu sistem yıkılır, yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yeni yerini bulur.” İşte, Türk devlet adamları o tarihlerde Kıbrıs’taki haklarımızı korumak için dünya düzeninin değiştirilmesini göze alabileceklerini söylüyorlardı. Şimdi ise, ne yazık ki, dış baskılar karşısında Türkiye’nin Kıbrıs’taki temel haklarından feragatte bulunmak, Türkiye’de bazı çevrelerin gözünde geçer akçe haline gelmiştir ve hükümet de bu eğilimlerden etkilenmekte ve dış baskılara karşı direnç gücünü yitirmiş görünmektedir.
Kıbrıs’ta 1964’ten sonra Türklerle Rumlar arasında çeşitli görüşmeler oldu; ancak hiçbir sonuca varılamadı. Devlet yönetiminden uzaklaştırılan Türkler, Rumlarla birlikte yaşadıkları 103 köyü de terketmek zorunda kalmışlardı. Küçük bölgelerde varlıklarını güçlükle sürdürüyorlardı. Kendilerini savunmak için örgütlenmişlerdi; ama karşı tarafın üstün silah gücü karşısında yapabilecekleri sınırlıydı. 1967 yılında Ada’ya gizlice giren Yunan askerleri ve EOKA’cı komutan Grivas’ın yönetiminde Boğaziçi ve Geçitkale köylerindeki Türklere saldırdılar. Aynı yıl içinde Makarios ile Yunan hükümeti Enosis yolunu kapatacak hiçbir anlaşmayı imzalamamak konusunda görüş birliğine varmışlardı. Kıbrıs Rum Meclisi de son amacın Enosis olduğunu ilan eden bir kararı kabul etmişti. Bu koşullar altında Türk hükümeti derhal TBMM’ye başvurarak Türk Silahlı Kuvvvetleri’nin Kıbrıs’a gönderilmesi için yetki istedi. Bu yetki, Meclis’te bulnan 435 üyenin 432’sinin oyuyla alındı. Türkiye’nin bu baskısı üzerine, Yunanistan, Ada’ya gönderdiği 12.000 askeri geri çekti.
Bazı yabancı devlet adamları, Kıbrıs’a daha farklı bir gözle bakmaya başlamışlardı. 1968 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, Kıbrıs konusunda şunları söylüyordu: “Kıbrıs’ta Yunan milletinden bir parça, bir de Türk milletinden bir parça vardır. İki millet birbirinden pek farklıdır ve bunları tek bir devlette birleştirmek iğretidir, tabii değildir. Aklıselim ister ki, bütün Türkler bir tarafta toplansın ve Yunanlılar öbür tarafta. Tıpkı Trakya’da olduğu gibi, Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan arasında bir hudut olmalıdır.”
1970’li yılların başında, Yunanistan’daki askeri cunta hükümeti Enosisin bir an önce gerçekleştirilmesini hedef almıştı. Makarios’un bu yolda yeterince hızlı çalışmadığını düşünüyordu. Makarios, cuntanın boy hedefi olmuştu. Makarios’un 2 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak bu durumdan şikayet etmesi bardağı taşıran son damla oldu. Yunanistan’ın desteğiyle ünlü çeteci Nikos Samson Ada’da bir devrim yaparak Makarios’u devirdi ve Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Artık, Enosis fiilen ilan edilmişti. Türkiye, antlaşmalardan kaynaklanan haklarına dayanarak diğer garantör İngiltere ile Ada’ya müdahale etmek için girişimde bulundu. Ancak, İngiltere, Türkiye’nin bu önerisine soğuk baktı.
Türkiye’nin tek başına müdahale etmekten başka çaresi kalmamıştı. 20 Temmuz tarihinde Türkiye, Kıbrıs’a askeri bir müdahalede bulundu. Daha sonra Cenevre’de yapılan görüşmelerden sonuç alınamadı. Bunun üzerine, Türkiye müdahale alanını genişleterek Kıbrıs’ın kuzeyini denetim altına aldı.