İnsan hakları toplumu nasıl etkiler?
İNSAN HAKLARI AÇISINDAN TOPLUMSAL SORUNLARI KAVRAYIŞ
İnsan haklarının teorisi, değerleri, örgüsü ve etiği ulusal ve uluslararası düzeyde daha pratik değerlendirildiğinde bazı gerçeklerle karşılaşmamamız da imkansız gibi:
Dünya, insanların katledilircesine öldürüldüğü savaş yıllarını yaşadı. İnsanlık büyük toplumsal sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ekonomik ve sosyal gerilikler; baskı, şiddet, işkence, otoriter rejimler aldı yürüdü başını dönem dönem. Ve halen günümüzde en basit cümleyle, gelişmekte olan ülkelerde 1 milyarın üzerinde insan yetersiz konutlarda yaşamaktadır deniyor (WHO, On Yıllık Değerlendirme Raporu, 1990). Yine, Dünyada okuma yazma bilmeyen insanların üçte ikisi kadındır diye tarif edilmiş bir toplumsal sorundan bahsedilmektedir(Herkes İçin Eğitim Dünya Bildirgesi-Önsöz-Herkes İçin Eğitim Dünya Konferansı, Jorntien, Tayland, 1996).
Dünya bir yönüyle gelişmiş bir hayat göstergesine sahipken bir yönüyle açlık tehlikesiyle yaşamaktadır: Gelişmekte olan ülkelerin toplam nüfusunun üçte biri ya da 1.3 milyar insan mutlak yoksulluk içinde yaşamakta, 1 milyarı okuma yazma bilmemektedir(İnsan Gelişimi Raporu,1993.S.12). Bu veriler dahi en somut görünümüyle dünya yüzeyindeki insan hakları ihlâllerini de belgelemektedir. Bir başka BM. İnsani Kalkınma Raporuna göre ise, Dünya nüfusunu oluşturan en yoksul %20’nin dünya gelirinden aldığı pay, 1965’ de %2,3 1970’de %2,2, 1980’de %1,7 ve 1990’da %1,4 ken. En zengin %20’nin payı da 1965’de %69,5 iken 1990’da %83,4’e yükselmiştir ( BM. İnsani Kalkınma Raporu,2000) .
İnsan hakları bir olgu, toplumsal tarihsel bir hareketlilik. Tüm yönleriyle bir uygarlık birikimi. Tarihsel gelişimine insan haklarını bir kavram olarak yerleştiren 18. yy’da, doruk noktasına ulaşmıştır. Peki tarih neden 18. yüzyılı beklemiştir. Evet bu yüzyılda insanlığa yön verenler bir sosyal baskıyla yüz yüze kalmışlardır. Bu yüzyıl yani dünyanın yerinden oynadığı bu yüzyılda insanlık yoğunlaşan sorunlarının çözümü için kollektif bir sorumluluğun gerekliliğine inanmıştır. 19. yüzyılda Batı Avrupa bu kollektif sorumluluğu sosyal kurumlara aktarmayı başarmıştır. Dünyanın sömüren coğrafyası bir anda insan hakları uygulama merkezi olmuştur.
Özellikle II. Dünya savaşı sonrası Avrupa’da gelişen sosyal refah devlet yapısı insan haklarının pozitif haklar statüsünde belirtilen sosyal haklar bağlamında önemli bir aşama şeklinde değerlendirilebilir. Yine yakın bir süreçte kapitalizmin yeniden yapılanma süreci içine girmesi; küreselleşme biçiminde yalnızca görüntü değiştirmesi, sosyal refah devleti anlayışını gerilettiği gibi devletin işlevlerinde bir değişim yaratmıştır. Bu ise pozitif haklarda bir gerileme süreci başlatmıştır.
Ve günümüz yani 21. yüzyıl insan hakları yüzyılına da isabet etse, dünyanın kimi yerlerinde teröre, savaşlar yaşanmaktadır. Bunun yanında etnik savaşlar, soykırımlar, bölgesel terör artarken ‘küresel bilinç’te bilenmiştir. Kuşkusuz dünya bir değerler krizi yaşamaktadır. İnsan türü daha eşit ve özgür bir dünyanın özlemini günümüzde daha fazla hissetmektedir.
İnsan hakları kavramı özellikle bir önceki yüzyılda uygulanabilirliğini çeşitli sosyo-ekonomik krizlerin yanı sıra gösterirken yaşadığımız yüzyıla da önemli bir kamuoyu maddesi olarak düşmeyi başarmıştır. İnsan hakları kavramının tarihsel gelişimi en köklü yapılaşma eğrisine ulus-devlet olgusuna tarihin tanık olduğu dönemlerde kavuşmuştur. İnsan hakları kavramının uygulanmasındaki başarı ulus-devletlerin vatandaşlık kuramına gösterdiği saygıyla eş tutulmuştur.
Türkiye’de insan hakları kavramının tartışılması henüz yenidir. İnsan hakları konusundaki aktivistlerin eylem planları, çalışmaları, hükümetlerin uygulamaları dış unsurların yönlendirmeleriyle erken bir tarihte gelen kurumsallaşmayı yaşamıştır. Nedeni hem ülkenin içsel demokratik değişim talepleri hem de dünyanın politik gündeminde insan hakları kavramının ettiği yerdir. Öyleki bütünsel olarak insan hakları, insan problemi olarak ele alınan her toplumsal sorun olgusunda üzerinde titizlikle durulmaktadır. Çünkü insan hakları epistemolojisi insan onuruna duyulan saygıya dayanmaktadır. Ve insan onuruna, esenliğine, iyilik durumuna yönelik her türlü olumsuz müdahale bir toplumsal sorun olarak ele alındığında insan hakları kavramı kapsamı içinde değerlendirilmektedir. Ne var ki insan hakları ihlallerine maruz kalanların oranları, boyutları, durumları da tam olarak bilinmemektedir. Hemen bir kaç örnek verelim: Birinci Dünya Savaşı sırasında ve savaştan sonra düşmanlarının yanlışlarını sergileme yoluyla milliyetçiliğin haklılığını ispatlama çabası, 20. yüzyıl Güney Avrupa’sında oldukça tehlikeli bir görünüm kazandı. 1915’te Türkiyeli Ermenilerin katledilmesinden ve 1922’de Anadolu’daki Yunan ordusunun Türkler tarafından amansız bir bozguna uğratılmasından sonra Yunanistan’da yaşayan yaklaşık 400 bin Türk yurtlarından kovuldu. Misilleme olarak Türkler de 1.5 milyon panik içindeki yoksul Rumu (Anadolu Elenlerini), Homeros zamanından beri yaşadıkları Küçük Asya topraklarından sürdüler. 20. yüzyıl, Güney-Orta-Doğu Avrupa’da ulusların sürüler gibi güdülerek katledilmesiyle sona ermekteydi. Balkan Savaşları sırasında, 20. yüzyıl sonunun Yahudileri sayabileceğimiz Bosnalı Müslümanlar söz konusu katliamların hedefi oldular, yanan evlerinden süngülerin ucuyla çıkarıldılar. Bazen hemen yakınlarda bir yerde öldürüldüler, bazen de tecavüze uğradıkları veya hadım edildikleri toplama kamplarına götürülmek üzere gruplar halinde demiryolu hattı boyunca yürütüldüler. Ardından da, şiş gözleri ve soluk yüzleriyle kendi ölümlerini beklemeye terk edildiler(Keane,1998;125-126). İnsan hakları kavramı bu gibi tarihsel dramları belleğine işlediği gibi aynı zamanda fark edilebilir yoğunlukta yaşanan toplumsal sorunlara da dikkat çekti. Şiddet sorununun yansıdığı sosyal tablolara bakarak örnek verebiliriz. Bilindiği gibi yoksulluk belirleyicilerini yaşayanlarda şiddet olgusu çeşitli yansımalarla varlık bulabilmektedir; kadına yönelik şiddet, çocuk ihmali, istismarı, bireylere dönük fena muamele biçimleri bunlardan en çok gözlemlenebilenlerdir.
Türkiye’de yapılan bir araştırma bu konunun bazı yönlerini en net haliyle yansıtmaktadır: Araştırmada bulgulanan bir veri şöyle anlatılmaktadır: Görüştüğümüz kişiler açısından yoksulluğu kritik kılan şey, yalnızca giderek artan ve derinleşen toplumsal eşitsizlik ve maddi sefalet değil, aynı zamanda bunların kendileri üzerinde yarattığı duygusal-sembolik şiddettir. Yani yoksul-madunlar, yalnızca açlık, hastalık, soğuktan donma vb. tehlikelerle karşı karşıya değildirler; aynı zamanda onurlarına, öz saygılarına ve öz güvenlerine yönelen bir tehditle, sembolik şiddetle karşı karşıyadır(Erdoğan,2002;45). Yoksulluğun bu şekilde yaşama yansıması insan haklarının en somut imgeleriyle ihlal edildiğini göstermektedir. Yine bir başka örnek verecek olursak: Türkiye’deki insanların “ %2,4’ü günde bir dolardan az, %18’i ise günde 2 dolardan az bir gelirle yaşamaktadır(Birleşmiş Milletler Gelişim Programı UNDP İnsani Gelişim Raporu 2002).
Büyük bir kısır döngü halinde devam eden yoksulluk bir ‘yoksulluk kültürü’ne kaynaklık ederken çocuk yoksulluğu sorununu da dinamiğinde getiriyordu. Dünya yüzeyinde ezilenler, dışlananlar, horlananlar ve ‘sosyal tehlike’ biçiminde kavramsallaştırılan birçok toplumsal olgu dünyanın insan hakları haritasını da su yüzüne çıkartıyordu. Çocuk sömürüsünü içine alacak şekilde dünyada ‘hoyrat koşullarda sömürülen 300 milyon çocuk’ yaşıyordu. Çalışan çocuklar olgusuna kaynaklık edecek yönde ‘Latin Amerika’da sokakta yaşayıp yiyen ve uyuyan 100 milyon çocuktan’ bahsediliyordu. Sokakta yaşayan ve çalışan çocuklar sorunu, ‘küreselleşmenin, piyasanın insanlığa yaşattığı’ bir sosyal dram olarak geleceğe de yansıyordu. Bütün bu olumsuzluklar insan haklarının çocuklar açısından yorumlandığı Çocuk Hakları Sözleşmesi ihlali değildir de nedir ki?
Evet yoksulluk kadın yoksulluğunu, beslenme yetersizliğini, konut, sağlık sorunlarını beraberinde getiriyordu. Yani en somut yönüyle insan hakları ihlallerini… Özürlü yoksulluğunu, kısaca dezavantajlı nüfus guruplarını biçimliyordu. Yani ironik bir ifadeyle, ‘her yıl 30 milyon insanın açlıktan öldüğü’ insansız bir dünyayı yaratıyordu.
Günümüzde en büyük insan hakları ihlâllerini “küreselleşme” aygıtları yapmaktadır. Başka bir ifadeyle ABD, Dünya Bankası Ve Dünya Ticaret Örgütü… Küreselleşme yani ulusların dışında örgütlenen sermaye ulus içi eşitsizlikleri de artırıyordu: UNDP 2002 Raporuna göre, Türkiye’de en yoksul %10’luk nüfus milli gelirin % 2,3’ünü alırken, en zengin %10’luk bir kesim gelirin %32,3’ne sahiptir deniyordu. Evet sosyal-ekonomik eşitsizlik daha başlangıçtan bir insan hakları ihlali değil de nedir?
Sağlık alanında yaşanan insan hakları ihlallerini de anımsamak kanımızca yerinde bir düşünce olur. Bu sorun alanıyla ilgili olarak küçük bir örnek dahi vermek yetiyor bazen: 1992’de Latin Amerika’da, önce Kolombiya’da patlak veren olay unutulur gibi değil: Orada tıp fakültesine insan bedeni sağlamada uzman bir çete, dilenci ve ayyaşları öldürüyor, cesetlerden kimi organları çıkararak kliniklere yeniden satıyordu. Arjantin’de de, yıllar boyunca, büyük bir psikiyatri hastanesi bir grup hekime bir ölüm havuzu hizmetini görüyordu; bu hekimler, hastaları öldürüyor kanlarını, gözlerini, böbreklerini ve öteki organlarını alıyorlardı. O tarihten sonra başka ülkelerde gazetelere gecen nice olayı da eklemek mümkün bu örneklere…(Tanilli,2000:43).
TOPLUMSAL SORUNLARLA MÜCADELEDE İNSAN HAKLARI KAVRAMI
İnsan Hakları kavramının sosyo-ekonomik dinamikleri: Dünya giderek artan bir şekilde neden insan haklarına gereksinim duymaktadır? Ve özellikle neden ekonomik açıdan bağımlı konumda yaşayan az gelişmiş ülkelerde bu kavram daha bir korunma amaçlı ön plana çıkartılmaktadır? Neden dünyanın Batı imparatorluğu bir yandan sömürürken bir yandan sömürdüğü ülke insanlarına insan hakları kavramını bir zorunluluk olarak dayatmaktadır?
İnsan hakları özellikle Fransız Devriminin estirdiği ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ rüzgarından sonra son iki yüzyıldır, tüm batı ülkelerinin anayasalarında yer almakta ve devletin güvencesine bağlanmaktadır. Her devlet, kendi geliştirmiş olduğu hukuk sisteminin ana ilkelerini anayasalarla ortaya koyarken en başa insan hak ve özgürlüklerini almaya başlamıştır. İnsan hakları kavramı böylesine bir süreç içinde, doğallıktan hukuksallığa geçiş yapmış ve sonra da anayasalarda yer alarak, anayasal kavramlar içinde kendisine yer edinmiştir(Kaboğlu,1994:131).
Batı, endüstriyel kapitalizmle dönüşümüne sosyal refah uygulamalarını alırken farklı toplum kesimlerinin adaletli gelişimini de göz ardı etmemiştir. Çevre ülkeleri olarak tarif edilen azgelişmiş ülkeler kendi ana sanayilerini yaratamadıkları gibi tarım sistemlerini modernize edememiş insani gelişimde batıdan geri kalmış, Batı ise onların bu geri kalış sürecini çeşitli yollardan desteklemiştir. Yani dünyanın bir yarısı öteki yarısını geri kalmış koşullara terk etmiş hatta bağımlılığı sürdürecek şekilde anti demokratik rejimlerini içten içe desteklemiştir. Büyük mücadeleler sonunda kazanılan Ulusal başkaldırılar ise zamanla batıya entegre olmaya çalışan bağımlı hareketler haline gelmişlerdir. Dünyanın eşitsizliğinin başladığı nokta burasıdır. Bildiğimiz dünya eğer böyle giderse eşitsizlik kaynaklarının yeniden üretimi de sürecektir. Sürmektedir de…adı artık küreselleşme olmuştur bunun.
Küreselleşme süreci, ideolojik bağlamda dünyanın daha adaletsiz ilişkiler içinde sürüklenmesine neden olmamış mıdır? Eşitsizlik katlanarak artmamış mıdır? Elbette artmıştır. Yoksulluk özellikle de “yeni yoksullar” çığ gibi büyümektedir. Dünyada adaletsizlik, yoksulluk, eşitsizlik arttıkça insan hakları kavramı da popülerlik kazanmıştır. Devletlerin niteliği değişmiş, sosyal işlevleri kısıtlandıkça eş ifadeyle “devlet küçüldükçe” insan hakları kavramına olan yüklenim de artmıştır. Ne var ki hayatımıza düşen paradokslardan da bahsetmek gerekiyor: İnsan haklarının uygulanamamasını azgelişmiş ülkeler için bir toplumsal sorun olarak gören Batı medeniyeti; Avrupa ve Amerika emperyalizmi insan hakları kurumlarının yaygınlaşması için de büyük bir çaba sarf etmektedir. Ama şu da var çağımızın değişen devlet yapısının körelen işlevleri içinde yer alan ikinci kuşak haklar olarak ta ifade edilen sosyal haklarda da önemli oranda kısıtlamalara gidilmiştir. Zamanla devletin elinden alınan bu işlevler, niteliğine göre ya özel girişimcilere ya da ‘sivil toplum örgütlerine’ devredilmektedir. Bu devir sırasında ekonomik ve toplumsal gelişme / kalkınma devlete yüklenen bir sorunluluk olmaktan çıkarılmakta; piyasaya ve ‘vicdanlara’ bırakılmaktadır( Karataş,2001:73-88).
Küreselleşme kapitalizmin yeni bileşeni olarak ortaya çıktığından beri ikinci kuşak haklar üzerinde bir olumsuzlanma yaratmıştır. Bu ise tasfiye edilmeye çalışılan sosyal devlet olgusunun değişen işlevlerinin sorgulanmasını gerekli kılmaktadır.
Kısa bir değerlendirmeyle, insan haklarının kullanılmasında bireylerin veya toplumun çeşitli kesimlerinin içine düştükleri ölçüsüz durumlar insan haklarının hemen kısıtlanması için gerekçe olamaz. Yönetimlere düşen bu gibi durumların ortaya çıkmasına neden olan toplumsal koşulları yerinde izleyerek gerekli önlemleri almaktır(Çeçen,1995:72).
SONUÇ YERİNE:
Türkiye’de insan haklarına olan gereksinim son 25 yıl içinde uygulanan ekonomik liberalizm yasalarıyla daha bir artmıştır. Hızlı özelleştirme, dışa açık korunmasız piyasa, istihdam yetersizliği, işsizlik, sosyal çözülme, gelir dağılımı adaletsizliği de çabası…
Türkiye’nin siyasal tarihine göz atıldığında şu fark edilir. Dış faktörlerin yanı sıra, içsel demokrasi talepleri: işsizlik, yoksulluk, göç, siyasal çatışmalar gibi temel nedenlerden ötürü Türk demokrasisi dönem dönem kesintiye uğratılarak büyük gerileyişlere sahne olmuştur. Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış bir çalışmadan yapacağımız kısa bir alıntı Türkiye demokrasisinin insan hakları sınavını nasıl geçtiğini de belgelemektedir bizlere: 12 Eylül darbesinin insan hakları açısından sosyal sonuçları tarihin göz ardı edemeyeceği kadar büyüktür. Bu darbe sonrası 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarından idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin ‘işkenceden öldüğü’ belgelendi. 937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi ‘kaçarken’ vuruldu. 95 kişi ‘çatışmada’ öldü. 73 kişiye ‘doğal ölüm raporu’ verildi. 43 kişinin ‘intihar ettiği’ bildirildi ( 12 Eylül 2000 tarihli Cumhuriyet ).
21. yüzyılda insan haklarının gerçekleştirilmesi için devlet özellikle de ulus devlet, görevlerini etkili kılmaya büyük bir özen göstermelidir. Yurttaş ise insan haklarına olan sahiplenmeyi her zaman sürdürmelidir. Çünkü, İnsan hakları, ilgisiz suskun ve katılımsız insan türünün bir ürünü değil, aksine tepki gösteren, gerçekleri ve inandıklarını açıkça söyleyebilen ve toplumsal yaşamın her aşamasına katılarak etkinlik gösterebilen aktif insan türünün bir ürünüdür(Çeçen,1995:242). Kısaca çağdaş demokratik bir rejimlerin varlıkları da buna bağlıdır. İnsanlık sorunlarının çözümü demokrasiye, hukukun egemenliğine, insan haklarına dayalı rejimlerle mümkündür. Sosyal ekonomik gelişmenin planlanmasıyla ilintilidir toplumsal sorunlarla rasyonel mücadele ve kalkınma.