Kamu yayınları nedir? Bu yayınların sürekliliği nasıl sağlanır?

Kamu yayınları nedir? Bu yayınların sürekliliği nasıl sağlanır?
KAMU HİZMETİ YAYINCILIĞI

. Kamu hizmeti yayınları; devletin yasalara uygun olarak kurduğu, kamu tüzel kişiliği olan, finans kaynakları kamusal gelirlerle sağlanan özerk ve tarafsız kurumların yayınlarıdır.

Bu kurumların yayıncılıktaki temel ilkeleri şunlardır:

-Haber vermek,
-Eğitmek,
-Kültür hizmeti,
-Eğlendirmek,
-Kültürde ve ideolojilerde çoğulculuğa saygılı olmak

Özel yayınlar da bu tür hizmetleri üstlenirler ama oranlar değişiktir.

Eğlendirmek magazine dönüşür ve bazen programların üçte ikisini oluşturur. Kamu yayıncılığında ise ağırlık habercilikte ve özellikle interaktif haberleşmede, eğitimde, kültür hizmetlerinde ve izleyiciyi sosyal, ekonomik ve siyasal konularda aydınlatmaya yönelik programlardadır.
Magazinin ve yarışmaların ağırlığı olamaz.

Kamu hizmeti yayıncılığı tüm ülke nüfusuna yöneliktir.

Programlarda reklam endişesi yoktur. Kar amacı güdülemez. İzleyiciye tüketici olarak değil, vatandaş olarak bakılır. Yayınlar kamusal yöntemlerle denetlenir.

Kurumun yönetimi devletin tekelinde değildir.

Yönetim kuruluna sivil toplum kuruluşlarının, özellikle mesleksel örgütlerin, sendikaların, sanat ve kültür kuruluşlarının, üniversitelerin, yerel yönetimlerin, kurum personelinin temsilcileri katılır.

Kamu hizmeti yayıncılığı asla holdinglerin, çok uluslu ortaklıkların, emperyalistlerin, yeni sömürgeci güçlerin, şeriat düzenini savunanların hizmetinde olamaz.

1994 tarihli RTÜK yasasında yer alan bazı ilkeleri de bu listeye ekleyebilirim:

-Devletin bağımsızlığına, bütünlüğüne, Atatürk ilke ve devrimlerine aykırı yayın yapmamak,

-Etnik ayrımcılığı, şiddeti, terörü ve din ayrılıklarını desteklememek,

-Halkı aldatacak ve yanıltacak reklamlara yer vermemek,

-Partiler arasında fırsat eşitliği sağlamak,

-Tek yönlü ve taraf tutan yayın yapmamak,

-Temel insan haklarına saygı göstermek,

-Kadınlara karşı ayrımcılığı kışkırtmamak

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nun 96-10 sayılı bağımsızlığın güvence altına alınması konulu kararına göre bu yayınlarda çoğulculuk vazgeçilmez bir ilkedir.

1994’te Prag’ta toplanan 4. Avrupa Bakanlar Konferansı’nın kararlarına göre bu yayınlarda hükumetler bağımsızlığı korumak ve güvence altına almak zorundadır.

Bizde de Anayasa’nın 1992 tarihli 3913 sayılı yasayla değiştirilen 133. maddesine göre:

“Devletçe kamu tüzel kişiliği olarak kurulan tek radyo ve televizyon kurumunun… özerkliği ve yayınların tarafsızlığı esastır.”

Özerklik yönetim ve mali bağımsızlıktır, yayınların güvence altına alınması, siyasal otoritenin baskılarından uzak olmasıdır.

Yani TRT mali açıdan ne hükumete, ne de reklamverenlere bağımlı olmalı, istikrarlı ve güvenilir bir gelir kaynağına, yani mali özerkliğe sahip olmalıdır.

Anayasa Mahkemesi’nin 8 Temmuz 1969 tarihinde resmi gazetede yayınlanan bir kararına göre de;

“TRT siyasal iktidarın etkisi dışında bırakılıp tarafsız olarak görev yapmalıdır. Bunun için de kurumun özerk olarak kurulması, yani yürütme organının gerek siyasi partilerin, gerekse kişilerin her türlü etkisine karşı korunması zorunludur.

Bir kuruluşun özerk olması için kendi hareketlerine hakim olacak kuralları da yine kendisinin düzenleme yetkisine sahip olması gerekir.

Bir özerk tüzel kişiliğin yönetiminde hükumetin tümüne ya da bir kanadına yetki tanınması özerklikle bağdaşamaz.

Kurum siyasal iktidarın mutlak takdirine bırakılamaz.

Hükumetin baskısına maruz bırakılacak nitelikteki her önlem ve hüküm özerkliğe aykırı düşer.”

Yine Avrupa Birliği kararlarına göre kamu hizmeti yayıncılığında kalite aranır. Temel olarak kültürel kimliğin korunmasına yönelinir. Kişi haklarına, medya etiğine, çoğulculuğa ve demokrasi ilkelerine saygı esastır.

Eğer Avrupa Birliği’ne girmek istiyorsak bu ilkelere uymak zorundayız.

Bizde TRT 1961 Anayasası gereğince 1963’te kabul edilen 359 sayılı yasayla “özerk ve yayınlarında tarafsız bir kamu iktisadi teşekkülü” olarak kuruldu.

Ama 12 Mart 1971’deki askeri darbeden sonra Ağustos’ta yapılan bir anayasa değişikliği ile yönetim biçimi değiştirildi. Daha sonra da 1972 Şubat’ında yapılan bir değişiklikle “özerklik” sözcüğü yasadan çıkartıldı.

Ben 1974 ortalarında İsmail Cem ile birlikte göreve geldiğim zaman TRT özerk değildi. Ama kurumda çalıştığımız bir yıl içinde bize ne Ecevit hükümetinden, ne de Sadi Irmak hükumetinden bir baskı yapıldı. TRT tamamıyla özerkmiş gibi davrandık, kurumu özgürlük içinde yönettik, hükumetler TRT’nin yayın politikasına asla karışmadılar. Tabii bu o dönemdeki hükumetlerin özgürlük ve hoşgörü anlayışına bağlı ve yasal temeli olmayan bir olaydı.

1993’te anayasada yapılan yeni bir değişiklikle “kurumun özerkliği ve yayınlarda tarafsızlığı esastır” dendi, ama bu ilkenin uygulandığı söylenemez.

2003 Şubat’ında toplanan İletişim Şurası’nın “Kamu Yayıncılığı ve TRT Komisyonu Raporu”na göre 2954 sayılı yasa çerçevesinde ve fiili durumda da TRT özerk değildir.

HABER-SEN Başkanı arkadaşım da az önce bunları söyledi.

Demek ki özerklik ve kamu hizmeti yayıncılığı tarihe karışmıştır. TRT önce özerkliğini yitirmiştir, sonra da tarafsızlığını ve bağımsızlığını. Yayınlar bir yandan iktidarın, öte yandan da reklamverenlerin ve holdinglerin etkisi altına girmiştir. TRT, RTÜK aracılığıyla devletin borazanı olmuş ve bugünlere böyle gelinmiştir. Oysa anayasa hükümlerine göre RTÜK’ün TRT üzerinde hiçbir yetkisi olamaz.

Acaba başka ülkelerdeki durum nedir? Kamusal yayıncılığın en gelişmiş olduğu yer İngiltere’dir. BBC yıllar boyu kamu hizmeti yayıncılığının simgesi olmuştur.

Amerika’da Public Broadcasting System denen yayıncılık düzeni her zaman parmakla gösterilir.

Almanya’da ve bir zamanlar İtalya’daki kamu yayıncılığı da eskiden başarılı sayılmıştır.

Ya Fransa’da?

Yakından tanıdığın ülke olarak Fransa’da kamu hizmeti yayıncılığının çöküşünden biraz söz etmek isterim.

Fransa’nın ünlü gazetecilerinden Jean François Kahn’a göre “Fransa’da televizyon tümüyle iktidarın denetimi altına girmiştir. Çünkü bir yanda kamusal televizyon dediğimiz devlet yönetimi vardır, öte yanda da Sarkozy ile çok iyi ilişkiler içinde bulunan TF1”.

Acaba bir zamanlar Fransa’da başarılı bir kamu hizmeti yayıncılık dönemi yaşandı mı? Birçok kişinin “televizyonun altın dönemi” diye adlandırdığı yıllarda Fransa’da özerk bir kamu hizmeti var mıydı? Acaba bugün durum nedir?

Eski TV prodüktörlerinden Marcel Trillat o dönemi şöyle anlatıyor:

“Ben bir zamanlar Fransa’da TF1’de büyük ün yapmış kişilerle çalışma şansına eriştim. Pierre Desgraupes, Pierre Dumayet, Pierre Lazareff gibi ünlülerle çalıştım. Mesleğe başlayan bir tiyatro sanatçısı nasıl Louis Jouvet, Jean Vilar, Gerard Philipe gibi yıldızların yanında çalışma mutluluğunu yakalarsa ben de öyle oldum.

Ama bütün bunlara karşın hiç de özgürlük içinde çalıştığımızı söyleyemem. General De Gaulle döneminde Enformasyon Bakanı Alain Peyrefitte bakanlıklararası bir enformasyon bürosu kurmuştu. Radyo ve televizyon yöneticileri ile ilgili bakanlıkların temsilcileri her sabah orada buluşuyorduk. Cumhurbaşkanlığının ve başbakanlığın temsilcileri bize hangi konulara öncelik vermemiz gerektiğini, hangi konuların da istenmediğini bildiriyorlardı. Biz de onların talimatı dışına çıkmıyorduk.

Pierre Desgraupes TV gazetecilerine hükumetin uşakları gözü ile bakıyordu. Biz ‘Birinciden Beş Sütun’ programını hazırlıyorduk. Hükumetin uygun görmediği hiçbir konuyu ele alamıyorduk. Bu yüzden de genelde uluslararası konuları işliyorduk. Birgün hükumetin istemediği bir konuyu ele almış olduğumuzu öğrendik. Ertesi gün stüdyoya geldiğimiz zaman bütün bobinlerin yok edildiğini gördük. Bunları arşivde bile saklayamadık.

De Gaulle’den sonra Giscard d’Estaing dönemi başladı. O dönemde de Elysee Sarayı’ndan verilen talimatlara uymak zorunda kalıyorduk. Örneğin Cumhurbaşkanının Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Bokassa’dan rüşvet olarak çok değerli elmaslar aldığını duymayan kalmamıştı. Biz bu konuda tek kelime söyleyemedik.

1981’de Sosyalistler iktidara gelince bayram ettik. Sınırsız bir özgürlüğe kavuşacağımızı umuyorduk. Gerçekten ilk yıllar çok iyi geçti. Ama üç yıl sonra bütün özgürlüğümüzü yitirdik.

Hele hele Körfez Savaşı çıkınca Amerikalılar bütün haberlere sansür koydu. Bizde de sansür uygulandı. Gerçekleri asla yansıtamadık. Sosyalist Mitterand’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde de TF1 büyük bir holdinge satıldı. Böyle bir rezalet hiç aklımıza gelemezdi. TF1 televizyon izleyicilerinin yüzde 40’ını çekiyor ve reklam gelirlerinin de yüzde 54’ünü topluyordu. Sosyalistler işte bu kamu kanalını Fransa’nın en büyük işadamı Bouyges’a 400 milyon euroya sattılar. Bouyges o zaman ‘Ben bir televizyon değil, bir iktidar satın alıyorum’ demişti.

TF1’in izleyici sayısı ve reklam gelirleri arttıkça arttı. Birinci kanal Avrupa’da doruğa oturdu. Hiçbir kanal izleyicilerin yüzde 40’ını çekmeyi başaramamıştı. TF1’den sonra Avrupa’da en çok izlenen kanalda oran yüzde 20’ydi.

TF1 özele geçtikten iki yıl sonra kalite düşmeye başladı. Altın dönem sona erdi. Kültürel nitelik bozuldu. Reklamcılar programlara yön vermeye başladılar.

Öte yandan da internetin, TNT denilen sayısal kanalların, kablolu televizyonların, tematik kanalların gücü gelişti. TF1’de izleyici oranı yüzde 30’a düştü.

Son haftalarda da TF1’in Fransa’nın en büyük nükleer holdingi Aviva’ya satılacağından söz ediliyor.”

Göreceğiz bakalım.

Ünlü Fransız sosyoloğu Bourdieu birkaç yıl önce medyada bir kültür erozyonu olduğunu yazmıştı. İşte Fransa şimdi o dönemi yaşıyor. Her alanda magazin programlarının, Amerikan dizilerinin, yarışmaların ve reklamların egemenliği var. Kamu hizmetinin yok olma endişesi gittikçe yoğunlaşıyor.

Dün sabah evde Fransa’nın TV5 kanalında Milliyetçi Cephe lideri Le Pen ile yapılan bir konuşmayı izliyordum. Le Pen:

“Sarkozy medyada çok başarılı. Kendi reklamını çok iyi yapıyor, ama ekonomik bozukluğu önleyemiyor, halkın gözü açılmaya başladı” dedi.

Halkın artık ne kamu hizmeti veren televizyonlara güveni kaldı, ne özellere, ne de basına.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu