Objektif ve yanlı haber nedir?
Kitle İletişim Araçları ve Kamuoyu
Ben, konuya bir değişik açıdan bakmak istiyorum: insan unsuru ağırlıklı. Şöyle ki, devlet tarafından güdülmeyen, sansüre tabi tutulmayan kitle iletişim araçlarının, özgürlükçü demokrasinin temel öğelerinden oldukları bir gerçek.
Özgürlükçü demokrasilerde kitle iletişim araçlarının, haber verme, kamuoyunun oluşmasına katkı, bunu açıklama, denetleme ve eleştiri gibi kamusal görevleri, kişisel hak ve özgürlükleri zedelemeyecek bir biçimde, hiçbir grup, makam ve kişi farkı gözetmeden yerine getirmeleri de, beklenen bir hizmet.
Ancak, bir yandan kamusal iradeye yön veren motor, bir yandan da kamusal iradeyi açıklayan bir araç konumundaki kitle iletişim araçları, üstlendikleri bu çok önemli görevleri her zaman, gerektiği biçimde yerine getiriyorlar mı?
Özetle haber verme, kamuoyu oluşturma ve açıklama, denetim ve eleştiri gibi kamu görevlerini üstlenmiş saydığımız kitle iletişim araçları, öncelikle okurlarını, izleyicilerini doğru, objektif bir biçimde bilgilendirebiliyorlar mı?
Bir başka deyişle kitle iletişim araçları, iç ve dış dünyanın görüntülerini Türk halkına başarılı bir biçimde çizebiliyorlar mı?
Bu sorulara her zaman “evet” demek, ne yazık ki mümkün değildir. Çünkü Türk insanı da, dünyanın çeşitli toplumlarındaki bireyler gibi yanlış bilgilendirmeyle (desinformation) karşı karşıya.
Yanlış bilgilendirme çok boyutlu bir mekanizmadır. Birçok nedeni içermektedir.
Bir boyutu gazeteci tarafından bilinçli olarak hazırlanan yalan haberden, ya da bilinçsiz olarak düzenlenen yanlış haberden oluşuyor. Gerçeğin doğru yansıtılmamasındaki bir etken de, gazetecinin rekabet ortamında başarılı bir görüntü çizmek, “atlattı” imajı vermek için abartıya, giderek yalana başvurma ihtiyacıdır.
İşin en ilginç yanı da, bazı kitle iletişim araçlarında yer alan kimi haberlerin, abartılı olduğunun ya da gerçekle ilişkisi bulunmadığının en azından tahmin edilmesine rağmen, bir bölüm okuyucu ya da izleyici tarafından “aldanarak eğlenme aracı” yapılmasıdır.
Bazı gazeteciler, özel çıkar ilişkileri nedeniyle de, çoğu zaman yalan habere başvurabilmektedirler.
Bazıları da yalan haber yazmasalar bile, yanlış bilgilendirmeye yol açan hataları bilinçli olarak yapabilmektedirler.
Şöyle ki, haber yazan, program hazırlayan kitle iletişim aracı mensubu, olayın tarafsız izleyicisi konumundan çıkarak, aktif politika yapan bir tarafa dönüşmekte, haberinin ya da programının içine yorum katmaktadır. Sözü edilen içerikteki taraf dengesini gözetmemekte, öne çıkarmak istediği kişinin sözlerine, çarpıcı vurgulamalarına daha fazla yer vermektedir.
Yanlış bilgilendirme, bir kitle iletişim aracının mutfağındaki seçme aşamasında da olabilmektedir. Bilindiği gibi, bir kitle iletişim aracının mutfağına her gün yüzlerce haber akmaktadır. Bu haberlerin büyük bir bölümü, yer ve zaman darlığından aşama aşama değerlendirilmemekte, ”önemsiz”, “gazetenin yayın politikasına uymaz”, “taraflı” denilerek kişisel tercihlerle elenmektedir.
Bu tercihlerin en azından bir bölümünü kim yapmaktadır?
İlk aşamada, mutfaklarda yetersiz eğitim görmüş, çoğu dil bilmeyen, kıdemliler tarafından aşağılanan, yıllardır kadroya girme umuduyla bekleyen, yeterli ücret alamayan, çeşitli sorunlarla yüklü bir grup.
Bu grup, özel beceri ve olanaklarıyla eğitimlerini, deneyimlerini geliştirmiş, çok az sayıdaki, tabiri caizse “medya yıldızının” yönetiminde çalışır . Bu durumda, yönetici konumundaki az sayıda kişinin yükü artar. Öncelikle, değişik bakış açılarından değerlendirme olanağı azalır, denetim eksilir, hata yapma oranı yükselir.
Ayrıca bazı kitle iletişim araçlarının, dikkatleri bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde belirli yanlara yöneltmesi sonucu, haber tüketicileri yurttan ya da dünyadan yeterli sayıda haberle enforme edilememektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, İngiltere’nin veliaht Prensi Charles ile eşi Diana’nın 1980’li yıllardaki Avustralya gezilerini, 60 dolayında muhabirin izlediği, buna karşılık 1960’lı yılların ortalarına kadar Çin’de, hiçbir batılı gazetecinin görev yapmadığını söylemek yeterli olacaktır.
Bu çerçevede, kimi zaman dünyanın herhangi bir köşesinde cereyan eden önemli olaylar, ancak rastlantı sonucu yabancı ajansların kanalıyla, tekeliyle, yayın politikasıyla, onların gözüyle ve onların diliyle saptırılmış olarak aktarılmaktadır.
Ne var ki, böyle bir süreçten sonra edinilen bilgilerin sağlıklı olduğunun, mantıksal bir açıklaması da yapılamaz.
Uzun yıllar çalıştığım Anadolu Ajansı’nın hala Çin’de ne bürosu, ne muhabiri var. Ben görevden ayrıldığımda, kısa bir süre çalıştığım TRT’nin yurtdışında tek bir bürosu bile yoktu.
(Görüntülü medya için, çok yeni olduklarından, herhangi bir eleştiri getirmek istemiyorum. Ama yazılı medyanın bir süredir başlattığı, yurt dışındaki büroları kapatma politikasını, yurtiçindeki bazı bürolara da uygulamaya başladığını duyuyorum.)
Yanlış bilgilendirmenin başka bir nedeni, birbirleriyle yarış içinde olan kitle iletişim araçlarının yeterli araştırma ve inceleme yapmadan, “yeniyi bir başkasından önce verme” kaygılarından kaynaklanmaktadır.
Yine bazı kitle iletişim araçları, sansasyon yaratma isteğiyle yanlış bilgilendirmeye yol açmaktadırlar. Bu tür haberlerde ünlü kişiler, olur olmaz olaylar çerçevesinde kamuoyunun gündeminde tutulmak istenmektedir.
Sansasyonel haberlerin arasında, “felaket haberleri”nin sayısı hiç de az değildir. Söz konusu haberlerde dramatik öğeler, özellikle ön plana çıkarılmakta, kan ve gözyaşıyla duygu sömürüsü yapılmakta, gerçekler daha küçük boyutlarda sunulurken, olayın içindeki ilişkiler ağı zedelenmektedir.
Yanlış bilgilendirmenin bir başka kaynağı, medyanın dışındadır. Ülke yönetimleri ve kimi kurumları, yasaları öne sürerek, gazetecileri önemli olayların yakınına sokmamakta, bu olaylara ilişkin bilgileri vermemektedirler.
Bu çerçevede gazeteciler, sağlıklı değerlendirme yapabilmek için, gerekli haber malzemesinden uzak kalmaktadırlar. Körfez Savaşı sırasındaki haber akışını, bu tür uygulamalar için örnek gösterebiliriz.
Bu arada kimi çıkar çevreleri, baskı grupları, bazı kurumlar, basını kendi amaçlarına alet etme çabası içindedirler. Bu mekanizma o kadar profesyonelleşmiştir ki, ABD’de bir “news management”dan söz edilmektedir.
Haber akışı içinde bu tür bilinçli olarak yapılmış, amacı, adresi belli haberlerin sayısında büyük bir artış gözlenmektedir.
Bu arada bazı politikacılar, birbirlerinden haberdar olmak için, basını sürekli bir biçimde kullanmaktadırlar.
Türkiye’de bazı liderler, mesajlarını kamuoyuna basın yoluyla iletirken, bazıları görüşlerini köşe yazarlarına telefonla bildirmekte, köşe yazarları da çoğu kez gündemi değiştirme, yeni gündemler belirleme yolundaki bu girişimlere sütunlarında cömertçe yer vermektedirler. Sonuçta basın, “fuzuli işgal”e uğramakta, çok önemli gündem maddeleri arka sıralara itilmekte ya da hiç ele alınmamaktadır.
Son olarak, halkla ilişkiler kurumları da, yayımlanmasını istedikleri malzemeyi, kitle iletişim araçlarının kanallarına doğrudan sokmakta ya da kamuoyu önünde bu malzemenin medyada yer almasını sağlayacak olanaklar yaratmaktadır.
Bütün bu anlatımdan ortaya çıkan şudur: Toplum zaman zaman bilinçli, zaman zaman bilinçsiz, ama sürekli bir yanlış bilgilendirmeyle karşı karşıyadır. Bunun sonucu, kamuoyu sağlıklı bir biçimde oluşmamaktadır. Bunu yapanlar insan, hedef kitle yine insandır. O zaman akla şu soru geliyor:
“Kitle iletişim araçlarında çalışan muhabir, çevirmen, düzeltmen, yazı işleri müdürü, yönetmen, yapımcı, kameraman, genel yayın müdürü, genel koordinatör gibi unvanları ve yetkileri ne olursa olsun, haberin ya da programın herhangi bir aşamasında üretime katkıda bulunan kişilerin eğitimleri, yetenekleri, dünya görüşleri, bilgi birikimleri, deneyimleri, kişilikleri yanlış bilgilendirmeyi engellemeye yeterli değil mi?” .
Biz şimdi, bugünün tespitini ya da yorumunu bir kenara bırakarak, ilerisi için neler yapılması gerektiğini düşünelim.
Dünyanın globalleşmesi süreci içinde, çözülmesi gerekli o kadar çok sorun var ki, kitle iletişim araçları bunlara sayfalarını, ekranlarını açmalı; bireylerin doğruyu görmelerini engelleyen yalan, çarpıtılmış ve sansasyonel haberlerden, elden geldiğince uzak durmalıdırlar.
Öncelikle, kitle iletişim araçları sorumlular ve çalışanları, yanlış bilgilendirmeden uzak durmak için, haberle yorumun sınırlarının nereden başlayıp, nerede bittiği konusunda yeniden bir değerlendirme yapmalıdırlar.
Her ne kadar tarafsız ya da objektif habercilik kavramı tartışmaları sürüyorsa da, objektif haber yazmak, program yapmak için, bazı teknik kurallar hala vardır.
Kitle iletişim araçları, kadrolarını, iyi eğitim görmüş, yetenekli, yaratıcı gençlerle güçlendirmelidirler.
Kurum içi eğitime ağırlık vererek, kadrolar mesleki gelişmelerden anında haberdar edilmelidir.
Özellikle kilit personele, periyodik olarak yurt dışındaki benzer kurumlarda staj imkanları sağlanmalıdır.
Kurulacak araştırma birimlerinde, yaratıcılık arayışları sürdürülmelidir.
Kötü kopyacılıktan bir an önce kurtulmanın yolları araştırılmalıdır.
Kısa dönemli çıkarlar bir yana bırakılarak, uzun vadeli ve istikrarlı yayın politikaları benimsenmelidir.
Çeşitli yönleriyle araştırılmış gerçek haberlere yer verilmelidir.
Haber ve programlarda, insan hak ve özgürlükleri zedelenmemelidir.
Haber sayısı artırılmalı, dış haberlere ağırlık verilmelidir.
İnsanların yakın çevreleriyle ilgilerinin sürmesine çalışılmalıdır.
Haberler ve programlar, siyasi partiler ve tüm demokratik gruplar arasında fırsat eşitliği ve çoğulculuk ilkeleri göz önüne alınarak hazırlanmalıdır.
Yalnızca belirli bir kesimin ilgi duyduğu sansasyonel magazin haberleri azaltılmalı ya da elden gelirse kaldırılmalıdır.
Haber ve ülke çıkarları tanımları yeniden belirlenmeli, bu tanımların dışına çıkılmamalıdır. Demokrasinin, 4 yılda bir sandığa oy pusulası atmak, demek olmadığı bilinciyle, bir yaşam biçimi olduğu asla unutulmadan, bunun öncelikle ailede uygulanmasına yönelik haber, yazı ve programlar hazırlanmalıdır.
Kitle iletişim alanında eğitim sürdüren kuruluşlarla yakın işbirliğine gidilerek, bu kuruluşların daha kaliteli eleman yetiştirmelerine katkıda bulunulmalıdır.
İnsan unsuru:
Biz genelde, alışkanlık hali olsa gerek, yanlış bir şey yapıyoruz. İlkelerden söz ediyoruz. Ortaya kurallar koyuyoruz. İdealin nasıl olması gerektiği üzerinde varsayımlarda bulunuyoruz.
Ama bunları kimin, nasıl yapacağını pek düşünmek istemiyoruz.
Evet, kitle iletişim araçlarındaki milyarlık, belki trilyonluk yatırımlar arasında, insan unsuruna gerekli değeri vermiyoruz.
Şöyle ki, kitle iletişim araçlarına insan gücü sağlayan kaynakların en önemlisi, eskinin basın yayın yüksekokulları, şimdinin iletişim fakülteleri.
İletişim fakültelerinden mezun olan gençlerin, yeterli eğitim aldıklarını söyleyebilir misiniz?
Nedeni basit; maalesef iletişim fakülteleri, Devlet’in sınırlı imkanlarıyla, birçok kitle iletişim aracının en ufak bir katkısı olmadan, misyonerlik mücadelesi vermektedirler.
Bırakın katkı sağlamak, kitle iletişim araçlarının bir bölümünde, öğrencilere staj yaptırmak bile angarya sayılmaktadır.
Bir anımı tazelemeden geçmek istemiyorum. Olayı Tayfun Hocam’la yaşadık. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde haber ajansı kurulduğunda, birçok ısrarlı girişimlere rağmen, öğrencilerin eğitimi için, Anadolu Ajansı günlük bültenlerinin değil, bir önceki güne ait bültenlerin bile ücretsiz verilmesini sağlayamadık.
Şimdi de Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Sayın Prof. Dr. Ateş Vuran’ın öncülüğünde bir haber ajansı kuruyoruz. Daha değişik bir biçimde; görüntülü haber bölümüyle, çekim stüdyosuyla, radyosuyla. Hiçbir kitle iletişim aracından yardım ya da katkı sağlamadan. Kişisel girişimlerle.
Hangi zorluklarla karşılaştığımızı, bizi nelerin beklediğini, tahmin edersiniz.
Peki niçin?
Medya dünyasına, kitle iletişim araçlarına daha nitelikli elemanlar yetiştirmek için. Silah tetiği çekmeyi öğretmekten kaçındığımız gençlere, füze attırmak için.
Toplumumuzu zehirlememek için.
Daha sağlıklı bir Türk kamuoyu için.
Öteki yorumları sizlere bırakıyorum.
(İkinci Bölüm)
Türkiye’de gazetecilik mesleği, yıllardır ciddiye alınmamıştır. Hala da alındığını sanmıyorum.
Özellikle söylüyorum: Ciddiye alınmayan kitle iletişim araçlarının etkinliği değildir. Gazetecilik mesleğidir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, o dönemin yazarları, çizerleri gibi büyük ölçüde edebiyatçıları ve aydınları tarafından yürütülen bu meslek, sonraları “Gazeteci olunmaz, doğulur.” sloganlarıyla bir başka kesimin eline geçmiştir.
Bu kesim genellikle, çeşitli alanlarda başlattıkları eğitimlerini, değişik nedenlerle tamamlayamayan bir grup amatör şair ve yazarlardan oluşur.
1950’li yıllarda gazetecilerin de eğitilmeleri gerektiği fark edilir ve 2 yıllık özel okullar açılır; mesleki eğitimlerin 4, ya da bazı dallarda 6 yıl yapıldığı bir ülkede.
Daha sonra 4 yıllık basın yayın yüksekokulları devreye girer. Bunların ilk yıllarında sınırlandırılmış sayıdaki seçkin öğrencilerle sıkı eğitimler yapılır; bunların büyük bölümü, eğitimin pekiştirilmesi amacıyla yurt dışına gönderilir.
Gelelim günümüze. İletişim fakültelerinde 200-300 kişilik sınıflar, pratik yapamayan, staj yapamayan, (Çünkü birçok kitle iletişim aracında böyle bir kavram yok.) dil bilmeyen, eski bir uygulamacı olarak söylüyorum, belki abartıyorum ama, maalesef dilekçe yazamayan mezunlar.
Bir yanda milyarlık, trilyonluk yatırımlar, dev teknolojiler, bir yanda tüm ülkeyi gerektiğinde belki dünyanın büyük bölümünü etkileyebilecek bir iletişim gücü; öte yanda bu gücü kullandırdığınız, teslim ettiğiniz, eksik, yetersiz eğitimli bir grup.
Siz, biz, Türk toplumu, böyle bir gruptan, öncelikle sağlıklı bir kamuoyunun oluşturulmasına katkı, kitle iletişim araçlarının da ülke yararına uyarlanmasını bekliyoruz.
Biraz kötümser olmak zorundayım: Maalesef, kısır bir döngü içinde ütopya peşinde koşuyoruz.
Bilir misiniz? Ülkemizdeki en büyük iki kitle iletişim aracı olan TRT ile Anadolu Ajansı’nın dış haber müdürlükleri, iki değişik zamanda, yabancı dil bilmeyen kişiler tarafından yönetilmiştir.
Meslektaşlarıma soruyorum: Birlikte çalıştıkları arkadaşları arasında, bir yabancı dil bilenlerin sayısı, iki yabancı dil bilenlerin sayısı, yurt içinde ve yurt dışında benzer kurumlarda staj yapmışların sayısı kaçtır? Bunlar çoğunlukta mıdır?
Basın önceleri, yetişmiş eleman ihtiyacının önemli bir bölümünü Anadolu Ajansı’ndan karşılar, zaman içinde de karşılıklı transferlerle bu ihtiyaç giderilirdi.
Bugün aynı yöntem görüntülü medyada sürdürülmekte. TRT’den yapılan aktarmalarla karşılanan yetişmiş eleman açığı, karşılıklı transferlerle devam ediyor.
Bu uygulamaların dışında, çok az sayıda kurum içi yetiştirme ya da dışarıdan sızma var. Ama sanıyorum, bu yeterli değil.
Kuyu kurumak üzere; biz bunu hala görmezden geliyoruz. İnsanımıza gazete aldırmak için, okutmak için lotarya gerekiyor.
Onca kanalın, onca reklamına, onca hediyeli programına rağmen, sinemalar, tiyatrolar dolmaya başladı.
Türk insanı bir şeyler söylüyor, biz hala duymazdan geliyoruz.
Okumayan, seyretmeyen, bilgilenmeyen ya da yanlış bilgilenen bir toplumda, nasıl sağlıklı bir kamuoyu oluşur? Doğrusu ben çok merak ediyorum.
Türk insanı, deyim yerindeyse, basına küstü. Basını kendi önünde görmek istiyordu, gerisinde buldu. Sorunlarına çözümler üretecek bir basın istiyordu; yeni sorunlarla karşılaştı.
Bu tür bir gelişmenin, hataların sürdürülmesi halinde,görüntülü medya için de söz konusu olabileceğini hatırlatmak istiyorum.
Bu olumsuz gelişmelerden, haklı haksız tüm gazeteciler de paylarını aldılar. Sevilen, yerinde olmak istenen gazeteci simgesi, yerini yalan ya da çarpıtılmış haber yazan, idealleri bir kenara atarak çıkar peşinde koşan, sözüne güvenilmeyen, insana saygısını yitirmiş, kişiliksiz bir varlık imajına bıraktı.