Şark meselesi ve örnekleri nelerdir?

Şark meselesi ve örnekleri nelerdir?
ŞARK MESELESİNİN HEDEF VE GAYESİ

Bu manada ilk defa 1815 tarihinde “Viyana Kongresi”nde Ruslar tarafından kullanılan “Şark Meselesi” deyimi;

– 19, Yüzyılın ilk yarısında Osmanlının toprak bütünlüğünün korunması ve halklarının sözde himaye edilmesi,
– Aynı yüzyılın ikinci yarısında Türklerin Balkanlardaki topraklarının paylaşılması,
– 20. Yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm topraklarının paylaşılması şeklinde ele alınmıştır

Fransız tarihçisi E. Driault, Şark Meselesi’ni, “İslam–Hıristiyan mücadelesi” olarak yorumlarken , başka bir Fransız tarihçisi Albert Sorel, “Türkler Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhur etti” diyerek meselenin aslında bir Türk Meselesi ve Türk düşmanlığı olduğunu vurgulamaktadır . A. Sorel, bu düşmanlığın temelinde kıskançlık, Haçlı ruhu, ezilmişlik ve benzeri hususların yattığına işaretle şunları söylemektedir; “Türkler Avrupa’da görünür görünmez ortaya bir “Şark Meselesi” çıktı… Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş şarabını içip uyuklayan Avrupa’nın kapısından içeri giren bu dipdiri, erkek güzeli insanlar, yepyeni bir nizam içinde akıp gelen başarılı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupalı’nın örümcekli ve bunalık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı doğurmuştur. Türklerin, uyuklayan Avrupalı’nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yaratmıştır ki, aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve birgün; eski dipdiri delikanlının Hasta Adam (!) şekline sokulmasına rağmen, Avrupalılar’ın yirminci asır torunları dahi bu dehşet hastalığından ve Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır”.

Konu ile alakalı bir başka değerlendirmede ise: “Avrupa devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nu iktisadi ve siyasi nüfuz ve hükmü altına almak; veya sebepler ihdas ederek parçalamak; ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletlerin istiklallerini temin etmek istemelerinden doğan meselelerin tümü Şark melesidir denilmektedir.

ŞARK MESELESİNİN SAFHALARI

Şark Meselesi belirgin hatlarıyla iki önemli safha geçirmiştir. Bunlardan ilki 1071–1683 yılları arasında gelişen olaylardır. Bu safhada Batı için “Şark Meselesi”:

1– Türkleri Anadolu’ya sokmamak
2– Türkleri Anadolu’da durdurmak
3– Türklerin Rumeli’ye geçişini önlemek
4– İstanbul’un Türklerce fethine engel olmak
5– Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine ilerleyişine mani olmak… vb. politikalar uygulamaktı.

Şark Meselesi’nin Batılılarca bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu yurt edinmiş, Rumeli’ye geçmiş, Balkanlar’ı tamamen zapdetmiş ve Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak 1683 tarihinde Türklerin Viyana önlerinden çekilişi, Şark Meselesi’nin birinci safhasını sona erdirmiş Avrupa saldırılarına karşı savunmaya geçilmiştir. 1920 yıllarına kadar devam eden ikinci safhada Şark Meselesi’nin gelişmesi şu şekildedir:

1– Balkanlardaki Hıristiyan halkları Osmanlı hakimiyetinden koparmak
2– Balkanlardan Türkleri tamamen temizlemek
3– İstanbul’u Türkler’den ele geçirmek
4– Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıklar lehine reformlar yaptırarak istiklallerini temin etmek
5– Nihayet, Anadolu’yu paylaşmak ve Türkler’i Anadolu’dan çıkarmak.

19. Yüzyılın hemen başlarından itibaren Osmanlı Devleti, büyük tehlikelerle ve güçlüklerle karşı karşıya kalmış; aynı yıllarda Batı’da modern (!) emperyalizm başlamıştı. Çarlık Rusya’sı, İngiltere, Fransa, Avusturya gibi devrin güçlü devletlerinin, dünyanın büyük parçalarını ele geçirme yarışına girdikleri bu dönemde Osmanlı, Avrupa devletlerinin müdahalelerini önlemek için çaba sarf etmekte, bunu da sömürgeci devletlerin menfaat çatışmasından faydalanmak suretiyle gerçekleştirmeye çalışmakta idi. Bu arada, Batı’ya yaranmak maksadıyla bir takım ıslahat hareketlerine girişilmişti; özellikle 1839 “Tanzimat Fermanı” ve 1856 “Islahat Fermanı” bunun tipik gayretleri olmuştu. Ancak bu tedbirler Batılı devletlerin müdahale amaçlarını ne ortadan kaldırabilmiş ne de geciktirebilmişti…

BATI’NIN HAÇLI RUHU

Şark Meselesi’nin hallinde, Batılı devletler arasındaki gizli paylaşım tasarıları ve antlaşmalar yanında, Osmanlı tebaası bir takım azınlıkların himaye (!) adı altında desteklenmesi, kışkırtılması şeklindeki politikalar da etkili olmuştur. Nitekim İmparatorluk yapısı, kozmopolit bir bünyeye sahip olup, azınlıklar, cemaatler halinde teşkilatlandırılmışlardı. Her cemaate din, mezhep ve kültür imtiyazları tanındığı gibi, medeni haklar bakımından da, temsilcileri vasıtasıyla devletle işleyişleri düzenlenmekteydi. Dolaysıyla, Osmanlı tebaası ile ilgili meselelerin temelinde Batılı devletlerin çeşitli menfaatleri yanında, Batının Haçlı Ruhu’yla beslenen siyasi ve ideolojik tahrikleri de bu noktada önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Balkan milletleri, Rum, Ermeni gibi toplulukların “kavmiyetçilik” duyguları tamamen bu tahriklerden kaynaklanmış görünmektedir.

TAHRİKLERİN KAYNAĞI MİSYONER–AJANLAR

Ancak bu tahrik ve kışkırtmaların menşei, Osmanlı ülkesine gelen “Misyoner-Ajanlar”ın faaliyetlerinde aranmalıdır.

Misyonerlik, Batı’nın kültürel yayılmacılığının en önemli araçlarından birisi olmuştur. Osmanlı topraklarında kurulan yabancı okullardaki misyonerlik çalışmaları, 1789 “Fransız İhtilali” ile gittikçe yaygın olan milliyetçilik akımlarının azınlıklar arasında yayılmasında oldukça etkili olmuştur. Bu dönemde Protestan misyonerlerin 1840’lı yıllardan itibaren ihtilalci ve yıkıcı faaliyetlerini genişletmeye başladıkları görülmektedir.

Protestan misyonerlerin görünüşte, din ve mezhep çıkarları doğrultusunda yaptıkları bu faaliyetlerin temel amacı: Katolik tebaanın hamisi Fransa ve Avusturya ile Ortodoks tebaanın hamisi Çarlık Rusyası’na karşı, azınlık tebaa içinde siyasi bakımdan güçlü ve Osmanlı’nın iç işlerine müdahale edilmesinde bir Protestan topluluğu cemaati meydana getirebilmekti…

Katoliklerin propaganda faaliyetlerine başlamaları ise, oldukça gerilere gitmektedir.

17. Yüzyılın ilk yarısında ilk Katolik misyonerlerin faaliyetlerini görebilmek mümkündür.

1461–1630 yılları arasında en iyi dönemlerini geçiren Ermeniler, 1630’lu yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne paralel olarak kendi aralarında mezhep kavgalarına başlamışlardı. Cevdet Paşa Tarihinde, Osmanlı tebaası Ermeni cemaatinin durumuyla ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir:
“Hıristiyan teb’a–i devlet–i âliyyeden olan Ermeni milleti, Rum ve Katolik mezheplerinden ayrı olarak bir ayin–i mahsusda bulunup 1040 (M. 1630) tarihlerine değin içlerinde başka fırka olduğu bilinmez iken Frenk rahipleri bunların içine girip, gerek Dersaadet’te ve gerek Anadolu’nun bazı mahallerinde bir takım Ermenileri, Roma’da bulunan Papa’nın riyaset–i ruhaniyesi tahtında olan ve mezheb–i umumi manasına olarak Katolik denilen mezhebe davet ve ithal etmekte bulunmuşlar idi.

ARŞİV BELGELERİNE GÖRE GERÇEKLER

Fransız Katolik misyonerlerin Ermeni cemaati arasında Katoliklik propagandası yaptığına dair Arşivlerimizde yüzlerce belge bulunmaktadır. Bunlardan bir örneği burada vermekle yetineceğiz: Gaziantep Şer’iyye Sicillerindeki kayıtlardan birisinde; “Ayıntab Naibine Ermeni taifesinden Çukur mahallesinde oturan bazı Ermeniler’in eski ayinlerini bırakıp kiliselere gelmedikleri ve millet–i Efranciyanın, –yani Batılı misyonerlerin– onlara menfi telkinatta bulundukları…” (7) vurgulanmaktadır.

Bu türden Katolik misyonerlerin faaliyetleri neticesinde 1701–1702 yıllarında bir kısım Ermeniler’in mezhep değiştirerek Katolik oldukları ve Papalığa temayül ettikleri anlaşılmaktadır. Fransa bu türden misyoner faaliyetler sonunda, 1830 yıllarında, Ermeni Katoliklerini ayrı bir cemaat olarak kabul ettirecektir. Böylece yıllardır din, mezhep ve hatta soy olarak bütünlük arzeden Ermeni cemaati parçalanmış oluyordu. Osmanlı Ermenileri, bundan böyle bir yandan Eçmiyazin, bir yandan Roma ve diğer yandan da Fransa’nın siyasi koruması altına alınmış oluyordu.

Fransa’nın yanında Avusturya ve Rusya da, çeşitli mezheplere mensup Hıristiyan tebaa arasında, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki bir takım olayları da istismar etmek suretiyle “himaye” adı altında Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale etmek imkanını bulmuşlardır.

Din ve mezhep meselelerini istismar eden misyoner faaliyetlere İngilizler de katılmakta gecikmedi. 1840 yılında Kudüs’te bir Protestan kilisesinin inşası için izin alan İngiltere, kısa sürede bu mabedin hizmete açılmasını sağladı (1842). Daha sonra İngiltere, İstanbul’daki büyükelçisinin girişimleri sonucu, Osmanlı payitahtında bir “Protestan Cemaati İdare Heyeti”nin kurulmasına (1846) muvaffak oldu. Bu cemaati İngiltere’nin İstanbul’daki elçisi himayesine aldığı gibi her türlü maddi ve manevi muavenetten de geri kalmadı. Bu cemaat daha sonra 1850 yılında bir fermanla “Ermeni Protestan Milleti” olarak, Osmanlı yönetim tarafından kabul edilecektir. İngiltere’nin bu faaliyetlerinin hemen arkasından ABD ve Almanya da devreye girerek İngiliz Konsolosluklarının yardımları sayesinde Osmanlı topraklarına gönderdikleri Protestan misyonerler ile, İmparatorlukta “Protestanlık propagandası”na yardımcı olmuşlardır.
Özellikle Amerika’da Türk düşmanlığı doğrultusundaki Ermeni propagandasının en büyük gücünü “Amerikan misyonerleri” ve “Amerikan Protestan Kilisesi” teşkil etmiştir. Anadolu’da ilk Amerikan misyoner merkezi Harput’ta 1852 tarihinde kurulmuş, 1859 yılında ise aynı yerde, “Amerikan Misyoner Koleji” eğitime başlamıştır. Bu kolejin adı “Fırat Koleji” olup, amaç olarak da bölgede hizmet verebilecek Ermeni Protestan papazı yetiştirmeği hedeflemekteydi.

PROPAGANDALAR AZINLIKLARI ETKİLİYOR

Protestan misyonerler aracılığı ile azınlık Hıristiyan unsurların mezhep değiştirmelerine yönelik faaliyetler daha da hızlandı. Özellikle bu türden yıkıcı ve bölücü propaganda karşısında Ermeni toplumu büyük ölçüde etkilenmişti. Bir yandan bu eğitim faaliyetleri yoluyla başta Ermeniler olmak üzere diğer Hıristiyan azınlıklar arasında kendi etnik şuurlarını uyandırmaya çalışırlarken, diğer yandan bu propagandalardan etkilenen bir çok zengin Hıristiyan aileler çocuklarını eğitim için Fransa başta olmak üzere Avrupa’ya gönderiyorlardı.

Her giden öğrenci ise radikal bir şekilde geri dönüyor, daha sonraki yıllarda Osmanlı topraklarında boy gösterecek isyan ve ihtilallerde ön plana çıkıyorlardı.

1821 yılında teşvik edilen, desteklenen Yunan ayaklanması, 3 Şubat 1830 tarihinde bir Yunan devletinin kurulması ile sonuçlanmıştı. İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından 3 Şubat 1830 tarihinde imzalanan Londra Protokolü ile kurulan bu Yunan devleti, bu karışıklıklar içinde dahi günümüze kadar devam edecek olan bir ‘devlet politikası’ oluşturulmuştur. Bu Yunan politikası tamamen “Türk düşmanlığı” üzerine inşa edilmiş olan “Megali–idea”dır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu