Soğuk Savaş sonrası küresel sistemin evreleri arasındaki farklılaşma nedir?
Küreselleşme ve Devrim
Mehmet Özgen – KIZILCIK DERGİSİ
Sovyet sisteminin çöküşüyle “komünizm tehlikesi” bertaraf olmuş ve dünya, ABD’nin hegemonyası altında tek kutuplu bir dünya olarak betimlenir olmuştu. Sonra küreselleşme ile birlikte dünyanın nihayet barış sürecine girdiği söylendi. Kimi aklıevveller bu gelişmeleri “tarihin sonu”yla betimledi. Onlara göre bu süreç, sınıf mücadelesinin ortadan kalkması ve liberalizmin mutlak zaferi olarak gerçekleşiyordu. Bu laflara soldan eşlik edenler oldu; “elveda proletarya”, “elveda başkaldırı” diyenler. Postmodern teoriler, Marksizmin teorik temellerini, devrim umudunu kemirip durdu.
Uzun süre devrimin, sosyalizmin gerçekleşebilirliğinden söz eden olmadı. Çoğu Marksist yalnızca andı bu kavramları. Burjuvazinin ideolojik saldırısı onların bilincini ve umudunu da köreltmişti.
Postmodernizmin etkisiyle artan bu körelme “küreselleşme”yi kavramakta kendisini gösterir. Bir çok “Marksist”, eleştirel bir yaklaşımla da olsa, tarihsel materyalizme bir açıklama modeli olarak başvurmaktan kaçınır. Dolayısıyla, “kavrama” çabası, evrimci katı determinist mantığa yaslanır daha çok. Kapitalist sistem içindeki dönüşümleri insanların boyun eğmesi gereken kaçınılmaz doğa yasaları gibi kavrarlar. Sanki bu dönüşümler, sınıf çatışması ve dengesinin, toplumsal ilişkilerin ürünü değil de, toplum-dışı güçlerin eseri; ve sanki kapitalist küreselleşme, geleceğin kararlı bir belirlenmesiymiş gibi. Yani küreselleşmeyi, kökleri kapitalizmin sistem mantığında bulunan bir değişim süreci olarak değil, postmodern savları izleyerek, tarihin yeni bir aşaması olarak görüyorlar. Bireylerin sınıfsal/siyasal aidiyetleriyle değil, kültürel kimlikleriyle varolacakları söylenen bu aşamada, sosyalizme “varılacak yol”un, çalışanların, işyerinde ve yaşamın her alanında yönetime daha çok katılarak sömürüyü sınırlandırmalarından, yani “katılımcı demokrasi”den geçeceği ileri sürülüyor. Dolayısıyla, “yapılacak şey, bizi sosyalizme götürecek yolda sürekli olarak ilerlemektir”. Böylece, sistem karşıtı alternatif yerine reformlar yoluyla içten değişim öngörülmektedir.
Bu mantık, ister istemez tarihsel belleği yitirmeyenlerde aşina yankılar uyandırır. Kautsky, 1. D. Savaşı öngününde, “ultra–emperyalizm”den sözederek aynı determinist mantıkla aynı tezleri öne sürmüş, Lenin de, kapitalizmin sistem mantığına dayanarak bu tezlere karşı çıkmıştı.
Oysa “Küreselleşme” denilen olgu, devrimci Marksist açıdan çözümlendiğinde, kapitalist dünya sisteminin gelişme potansiyellerinin son sınırı olarak kavranabilir. Küreselleşmenin gizemli bir kavram olmaktan çıkması, kapitalist emperyalist sistemin krizini, sınıf mücadelesinin belirleyici bir rol oynadığı tarihsel bir süreç olarak görülmesiyle mümkündür.
Bu açıdan baktığımızda, sosyalist ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin dorukta olduğu 70’leri, krizin, sistemi yıkmak isteyenlerle onun savunucularının karşı karşıya geldiği bir aşaması olarak görmek gerekir. “Küreselleşme” ise, sistem-karşıtı hareketlerin yenilgisi sonucu başka aktörlerin sahne aldığı mücadelenin, sistemin yerini alacak yapının niteliği üzerinde yoğunlaştığı bir evre olarak gelişiyor. Kriz ve sosyalizmin yenilgisinin bileşik etkisi altında dünyanın muazzam bir alt-üst oluş dönemine girdiği bu evrede, geçici yenilginin yarattığı olanaklarla emperyalist burjuvazi “yeni dünya” düzenini oturtmaya çalışıyor.
ÇÖZÜLME EĞİLİMLERİ / OLANAKLI GEÇİŞLER
Buna karşın öyle görünüyor ki, beş yüzyıl boyunca işleyip gelişen kapitalist sistem, eşi görülmemiş bir etkinliğe eriştiği anda çözülme yönünde evriliyor. Varlığını sürdürmesi adına, çelişkilerini o denli ağırlaştırdı ki, kendini temsil etmeye gelen her yeni alternatif kalıcılığını daha da olanaksızlaştırıyor. Krizi aşmak için geliştirilen küreselleşme, krizi küreselleştiriyor. “Komünizmin yıkılması”, tam tersine, bu süreci hızlandıran bir rol oynamakta. Sermayenin birikim sürecinin dünya düzeyinde belirlenmesi dünya sistemindeki politik, ideolojik karmaşayı arttırıyor. Yeni dünya düzeni ile dünyanın adeta çivisi çıktı.
İşte bu nedenle “küreselleşme” evresini, dünya kapitalist sisteminin sınırı olarak okumak gerekiyor. Çünkü bugün yaşanan kriz, kapitalist sistemdeki konjonktürel güçlükleri değil, bir yapısal bozulmayı ifade ediyorsa, aynı zamanda, olanaklı sistemlere geçiş anlamına da gel melidir. Zaten kriz, hem tehlike, hem de imkan anlamlarını içeren bir sözcük. Bu geçiş, ya tedrici bir çözülme sürecini izleyebilir, ya da görece denetimli bir dönüşüm sürecini. İlki kendiliğinden bir evrilmeyi, ikincisi iradi müdahaleyi içerir. Sosyalizme götürebilecek yol da bu ikincisidir. Tarihte bu iki geçiş tipinin örnekleri var. Batıda, özellikle Roma imparatorluğunun temsil ettiği köleci düzenden feodalizme geçiş, bir çözülme ve çürüme süreci olarak gelişmiştir; tıpkı bugünkü kapitalizm gibi. Ama feodalizmden kapitalizme geçiş, burjuvazinin müdahale ederek denetlediği devrimci bir dönüşüm süreci olmuştur daha çok. Yani evrime müdahale etmiştir burjuvazi.
Kapitalizm için küreselleşmeden, sermaye enternasyonalinden ötesi yoktur. Küreselleşme, sistemin kendisini tamamlaması, ulaşabileceği sınırlara ulaşması, böylece tüm potansiyellerini fiilileştirerek tüketmekte olduğu bir süreçtir. Mümkün olduğunca genelleşen her kategori özgüllüğünü ve anlamını yitirir, diğer kategorilerce emilir. “Her şey politik olduğunda artık hiç bir şey politik değildir.” Her sistem gibi, kapitalist sistem de sonlu’dur; kendi yapılarının özdeşliklerini (yaşarkalma yeteneklerini) yeniden üretmeyi güvence altına alamayacak ölçüde genişleyip dengeden uzaklaştığı ve kararsızlaştığı bir noktaya ulaşmıştır. Bu nokta, çatallaşmaları üreten kaotik bir yapıdadır. Dolayısıyla küreselleşme, dengeden uzak koşulların geçiş anlamında bir ifadesidir. Çünkü bu koşullar, sistemin entropisini azaltan, başlangıç koşullarına yabancı, dağıtıcı yapılar üretirler. Bunlar çözüştürücü (katalitik) basamaklar oluşturarak tersinmez (geri dönüşsüz) süreçlere yol açarlar, bu süreçler de çatallaşmalara. Bu durum, artık sistemin davranışının çıkarsanabileceği evrensel geçerlikte yasaların belirsizleştiği, ya da period katlanmalarıyla (genişleme-daralma) karmaşık (aperiyodik) davranışların meydana geldiği kritik bir koşuldur. Bu yüzden, kapitalist sistemin çözülüşü, denetimli ve denetimsiz geçişler açısından olasılıkçı terimlerle betimlenebilir. Yani şu ya da bu geçişin kaçınılmazlığı söz konusu değildir.
Değerin bugünkü konumunu alalım. Aynı metanın farklılaştırılarak çeşitlendirilmesi (ürün demeti, ürünlerin kullanım sürelerinin adım adım kısaltılması, stoksuz üretim) gibi, değerin ardışık ilerlemesinden çok, yanyana çoğalması (senkronik dağılımı) yaşanan bir olgudur. Değerin enformasyon ve iletişimle kazandığı bu merkezkaç eğilimle bütün parametrelere bulaşması (her şeyin metalaşması), bir sapma olduğu gibi, aynı zamanda bir anlam yitimidir de, yani değer olarak yozlaşması. Önde gelen postmodern yazarlardan Baudrillard’ın ilginç bir saptaması var. Kar tanesi gibi parçalandıkça benzer motifler sergileyen aynı’nın bölünmesi anlamında “değerin fraktal evresi”nden söz eder. Bu evrede değerin, kendi “genetik koduna bile boyun eğmeyen kanserli (bir) çoğalma” içinde olduğunu belirtir (Kötülüğün Şeffaflığı). Bu saptamanın önemi şurada: değerin senkronik bir eğri çizmesi. Ne var ki Baudrillard, “Yavaşlatılmış bir felaket yaşıyoruz,” diyor, ama bu felaketin nasıl geliştiğini, ne’ye varacağını açıklamıyor. Oysa, kapitalist sistemde herhalde ilk kez böyle bir gelişme sözkonusu. Dolayısıyla ardışık ilerlemeye ne olduğunu sormak ve senkronik eğriyle ilişkisini kurmak gerekir. Ardışık ilerleme, yenilenmiş genişleme dönemlerinde nisbi bir metalaşmayı ifade eder. Sonsuz sermaye birikimini sürdürmek, kâr ve artı-değere elkoymak bu nisbi artışa bağlıdır. Ancak metalaşma, ilk kez senkronik bir eğride gidiyorsa, maksimal düzeye (tavana) varmış demektir, yani doygunluk noktasına. Ve bu yapısal bir sıkışma demektir. O zaman büyüme ve genişlemenin, üretim artışının daha fazla kâr getirmesi mümkün değildir (“büyümenin sınırları”). Dolayısıyla, maksimal düzeyde atılacak her adım küresel kâra bir sınırlama getirir ve bu da sistemin kırılma noktasını oluşturur. Bu durumda kâr ve artı-değer oranları geri-dönüşsüz olarak azalma eğilimine girecektir. Dolayısıyla, varolan artı-değeri paylaşma mücadelesi, bütün topluma yayılarak keskin toplumsal mücadeleleri gündeme getirebilecektir.
Değerin metada eşzamanlı olarak kendini yinelemesi, aynı zamanda, onun kullanım değeri içeriğinin minimum düzeye inişi, tersine, değişim değeri içeriğinin de maksimal düzeye yükselişi anlamına gelir. Bu nedenle, değişim değerinin kullanım değerinden kopuş sürecine girdiğinden söz edebiliriz. Aynı şey sermayenin karşısına kullanım değeri olarak çıkan emek gücü için de geçerlidir. Sermayenin kendisine “değer getiren etkinlik” olarak, “üretken gücü ve yeniden-üreten gücü” olarak emeğe gereksinimi, azalma eğilimindedir. Bu da sömüren ve sömürülen arasındaki karşıtlığı tüm toplum sathına yayan bir olgudur. Sermaye kurumlarının, krizi aşmak yerine onu yönetmekle yetinmek zorunda kalışlarının nedeni bu olmalı. “Yavaşlatılmış felaket” bu olsa gerek!
Tüm yaşam alanlarının, değerlerin ticari ve mali küreselleşmenin nesneleri haline gelmesi metanın bu tip bir çoğalma biçiminin göstergesidir. Ürünlerin doğrudan kullanımı yanında imajı için de satın alınmasıyla meta üretimi kültürel bir boyut kazanır ve kültür metalaşır. Artık meta, reklamcılık dolayımıyla estetik ve erotik bir biçimde tüketilmektedir. Böylece kültür-sanat, etik-estetik değerler ve politika da şizofrenik biçimde, kendi özgün anlamından kaymakta, sonuçta tüm yapılar, değerler ve insani varoluşun kendisi bir geçiş evresine girmektedir. Bir toplumsal formasyon olarak burjuva toplumu, küreselleşme ile birlikte, eklemlenmiş bir bütün olarak kendisini vareden tüm yapılarıyla maksimal düzeye doğru sürüklenmektedir.
KAPİTALİZM NEREYE GİDİYOR?
Savaş sonrasında 1945’ten 1973’e dek süren uzun canlılık döneminin temelinde, emek üzerinde belirli bir denetimin, bir teknolojik bileşimin, tüketim alışkanlıklarının, politik ekonomik iktidarın belirli bir biçimlenişinin yattığı ve bunun Fordist-Keynesçi biçimleniş diye nitelendiği bilinmektedir. Bu sistemin 73’ten itibaren çöküşü, hızlı değişim, çalkantı ve belirsizlik içeren bir döneme yol açtı. Daha esnek emek süreçleri ve piyasalara, daha yüksek coğrafi akışkanlığa ve tüketim kalıplarında hızlı değişikliklere dayanan yeni üretim ve pazarlama sistemleri, yeni bir birikim modelinin düzenlenme seyri olarak gelişti.
Esnek birikim diye nitelenen bu modelin öncü teknolojisi mikro-elektronik dönüşümdür. Bilgisayarın ekonominin bütün süreçlerinde devreye girmesi; bilgiyi toplama, internet ağıyla uluslararasılaştırma ve üretime uygulama. Bu olgu bir yandan karlılığı arttırırken, aynı zamanda, uzaktan yönetime imkan vererek, üretimin coğrafi olarak parçalanmasını (aynı zamanda genişlemesini) sağlıyor. Dolayısıyla, üretimin, işin yeni biçimler almasını gündeme getiriyor. Zincirleme çalışmanın (Fordizmin) yerini işçi sınıfının yapısını çok boyutlu etkileyen yeni biçimler alıyor. Bütün bunlar çalışanların sorunları algılayışını, karşı karşıya oldukları saldırıyı kavrayışlarını derinden etkiliyor.
Sözünü ettiğimiz eğilim, taşeron emek, atipik iş akitleri, part-time ve kesintili çalışma, serbest çalışma gibi biçimlerde görece temsil edilen, sermayenin emekle “ücret-dışı” bir ilişki geliştirmesinde fiilileşiyor. Çünkü ücret, göreli olarak, ekonomik ve toplumsal açıdan (sözleşme düzeni, sendikalar, sosyal güvenlik vb.) pahalı bir emek tarzıdır. Ancak parçabaşı iş gibi emek türlerinin böyle bir maliyeti yoktur. Bu nedenle, sermaye, artı-değer sömürüsünü tüm topluma yaygınlaştırmak için, ücretli-emek kitlesini görece azaltarak, ya da vasıflı emekle sınırlayarak ücret-dışı emek kategorilerine dönüştürmektedir. Vasıflı emeği de daha çok bir hizmet kategorisine dönüştürmekte ve bu kesimi şirket yönetimine katmakla yeni tür bir “işçi” aristokrasisi geliştirmektedir (“Katılımcı demokrasi” işte bu kesimle sınırlıdır!) Bu iki yönlü süreç (ücret-dışı ve hizmet kategorisi) farklı ağırlıklarla merkez ve çevre işçi sınıflarının birliğini parçalayan, bilincini geriletip farklılaştıran bir rol oynuyor.
Bu süreçte kriz, sermayenin entegrasyonunu hızlandırdığı gibi merkezileşmesini de arttırdı. Küreselleşme, neo-liberalizmin bütün savlarına karşın, dünyayı mal, sermaye ve işgücünün genelleştiği bir pazara dönüştürüp iktisadi ve toplumsal koşulları homojenleştirmiyor. Aksine, merkez-çevre arasındaki kutuplaşmayı daha da artırıyor. Çünkü, emperyalizmin dayattığı yalnızca sermayenin akışına “serbest” olan piyasa modeliyle, çevredeki iktisadi ve siyasi yapılar merkezdeki sermaye birikiminin gereklerine uyarlanıyor. Bu uyarlama, birikimin ve üretici güçlerin merkezde hızlandırılmasına hizmet ederken çevre ülkelerde ise engellenip yozlaştırılması sonucunu veriyor.
Bundan önceki kapitalist yayılma, sistemin çevresindeki kapitalizm-öncesi sosyo-ekonomik biçimleri sermayenin yeniden üretiminin gereklerine bağımlılaştırmış, bu da ulusal halk devrimlerine yol açmıştı. Bugün ise, bu devrimlerin geliştirdiği çevresel kapitalizmle palazlanan yerel burjuvaziler, çıkarlarını uluslarüstü sermaye ile bütünleştirdiler. Bu açıdan küreselleşme, nitel bir sıçrama değil, küresel sınıf ittifaklarının ve çevredeki yönetici sınıfların emperyalizme bağımlılık koşullarının yeniden üretimi demek. Bu ülkelerde üretim sistemi küresel sistemin parçası olarak yeniden oluşturulmak üzere parçalanıyor. Kriz yönetiminde kilit rol oynayan özelleştirmelerle kalkınma döneminin yatırımlarına el konuluyor. Banka ve sigorta şirketlerinin, borsanın küreselleşmesi, halkın tasarruflarının finans kesimince boşaltılmasına yarıyor. Yabancı sermaye, ağırlıkla finansal yatırımlardan yana. Böylece çevre sanayileri taşeronluğa indirgenmekte ve sonuçta IMF eliyle bu ülkelere uygulanan yapısal uyum programları dünyadaki gelir dağılımında daha eşitsiz bir hiyerarşi doğurmaktadır. Yapısal uyumun genel sonuçları ise şunlar: Hızla artan işsizlik, ücretlerde düşme, çevrede ölümcül kirlenme, sağlık sisteminde bozulma, eğitime girmede düşüş, üretim kapasitesinde düşme, sürekli büyüyen dış borç, siyasal yapının yozlaşması, rüşvet, vb.. Kısacası, 1945-90 dönemindeki görece iyileşme ve kazanımlar hızla geri alınmaktadır. Çevrenin kalkınması, işşizliğin azaltılması sermayenin çıkarına uygun değildir artık.
Bağımlı ülkelerde üretilen artı-değerin gaspı, artı-değeri dünya ölçüsünde merkezileştirmekle birlikte, sistemin temel özelliklerinden olan gelişmişlik-azgelişmişlik kutupsallığını derinleştirmektedir. Emperyalistler son on yılda bağımlı ülkelere yatırdıklarının dört katını kâr olarak transfer ettiler. Bu ülkelerin 1982’de 900 milyar dolar olan borç tutarı 1995’te 1.500 milyar dolara çıktı. Buna karşılık gelişmiş ülkelerin kişi başına düşen yıllık ortalama geliri 1978’de 9 binden, 1995’te 23 bin dolara çıkmıştır. Dünya halklarını köleleştiren, kapitalizmin tarihinde eşi görülmemiş bir soygundur bu.
KÖLECİ ROMA/KÜRESEL KAPİTALİZM
Bu bakımdan Roma imparatorluğunun çöküşü ile kapitalizmin krizi arasında büyük bir benzerlik var: Her iki durumda da sistem, artı-değerin (Roma’da köle emeği) vaktinden önce aşırı biçimde merkezileştirilmesine dayanıyor, yani merkezileşme kendisini destekleyen üretim ilişkilerinden kopuyor, çevrede üretici güçlerin gelişmesini de silip götürüyor. Köleci toprak sahibinin tek derdi artı-ürünün kaymağını götürmekti. Toprağın verimliliği, bu uzaklarda oturan efendiyi pek ilgilendirmezdi. Küreselleşme çağında ise kapitalistler, akışkan kaynakların kazandırdığı hareket yeteneği ile nesnel sınırlamaları aşıyor. Sermayenin özgür hareketine yerel yöneticilerin dayatabilecekleri sınırlamalardan da Çok Taraflı Anlaşma (MAI) ile kurtuluyorlar, direnişle karşılaştıklarında daha yumuşak bir bölgeye hareket edebiliyorlar. Yani sermaye işçi sınıfının direnişini eskiden olduğu gibi, iş disiplini, işletmenin rasyonalizasyonu yöntemlerinin yanısıra, ondan kaçarak da aşmak eğiliminde.
Sermayenin önündeki bütün “hız sınırlamaları” ortadan kalkmaktadır. Onun için uzak ve yakın ayrımlarının, ulaşım ve iletişimde zaman sorununun, enformasyonun hareketinin elektronik mesaj sayesinde nesnelerin (ve bedenlerin) hareketinden kurtulmasıyla bir anlamı kalmamıştır. Bu, sermaye sınıfının nüfusun geri kalanıyla, halkla, artık hiçbir şey (kültür, tarih, coğrafya, vb.) paylaşmayacakları, tam anlamıyla kozmopolitikleştikleri anlamına gelir. Sermaye artık mekana bağlı değildir, gücü yurtsuzlaşmış ve “özgürleşmiştir”.
Üretim tarzı, üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bütünlüğüdür. Üretim araçlarının özel mülkiyette oluşu ile doğrudan üreticiler arasındaki çelişki üretim ilişkilerinin kutupsallığını oluşturur. Üretim süreciyle temellenen kutupsallık, kapitalizmin kendini yeniden-üretme dinamiklerinden biridir. Üretim sürecinin dünya ölçüsünde parçalanması ve esnek emek biçimleriyle bu kutupsallık ortadan kalkmıyor; sürecin mekanı küreselleşiyor. Ama mekan emek için değil, sermaye açısından genişliyor. Metanın serbest dolaşımına karşın işgücü fazlasının serbest dolaşıma girmesi engelleniyor. Üretim ilişkilerini küreselleştirmekle birlikte, yarattığı işsizlik ordularıyla ve yurtsuzlaşmasıyla sermaye, (mülkiyet ilişkileri yönüyle değil, fiili ilişkiler anlamında) görece bu ilişkilerden kopuyor. Çünkü bilginin üretim aracı olarak devreye girmesi, üretim araçlarını “canlı emeğin iletkeni” olmaktan çıkarmakta ve sermayenin sermaye olarak kendisini varettiği üretim süreci, canlı emekle nesnelleşmiş emek arasındaki ilişkinin dolayımı olmaktan çıkmaktadır. Yani canlı emek üretim sürecinden dışlanmaktadır. Sonuçta bütün toplumsal yaşam artı-değer sömürüsünün karşılandığı bir fabrikaya dönüşmekte, kutupsallık da tüm toplumu kapsamaktadır. Küreselleşme, küresel kutuplaşmayı adım adım yaratarak, yeniden üreterek dünyamızı insanlık-dışı bir patlamaya hazır hale getirmektedir. Kapitalizmin tarihsel sınırı da tam burasıdır.
Kapitalizmin küreselleşme ile vardığı bu durum, Marx ve Engels’in Manifesto’daki öngörüsünü akla getirir. O günkü kapitalizmin gelişme temposuna bakarak onlar, nüfusun büyük ölçüde proleterleşeceğini, orta sınıfların yok olacaklarını, dolayısıyla, kapitalizmin kendi mezar kazıcılarını yetiştirdiğini öngörmüşlerdi. Öngörü kapitalizmin o günkü çerçevesi içinde gerçekleşmedi. Şimdi de nüfusun büyük çoğunluğu onların söylediği anlamda proleterleşmiyor. Ama sermaye tarafından gerçekleştirilen farklı ancak tamamlayıcı sömürü biçimlerine tabi, fiilen proleter özellikler taşıyan farklı toplumsal gruplar yaratıyor. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin politik birliği de farklı ama tamamlayıcı sömürülme deneyimleriyle temellenen ihtiyaç ve çıkarların indirgenemez ortak kabulüne dayanabilir.
YENİ DÜNYA DÜZENİ
ABD hegemonyası, 70’li yıllardaki gibi güçlü değil. Ekonomik üstünlüğü inişli-çıkışlı bir seyir izlemekte; hegemonyasını askeri-politik üstünlüğü ile sürdürüyor. Hegemonya, çok boyutlu, göreli ve her zaman risk altındaki bir olgudur. Çok boyutluluk, ekonomik (yüksek verimlilik, teknolojik üstünlük, dünya ticaretinde ağırlık ve etkili para), siyasal, ideolojik-kültürel ve askeridir. Hegemonik merkez, egemenlik altında olsun ya da olmasın, diğerleriyle bir uzlaşma aramak zorundadır. Dolayısıyla hegemonya, tarafların durumuna, ekonomik ve başka güç dengelerinin evrimine bağlı olarak risk altındadır. 1989-91’de Doğu Avrupa ve Sovyet rejimlerinin çöküşü, göreli istikrara büyük bir darbe vurdu, dünya dengelerini altüst etti. Çözülme, Avrupa ve Asya kıtalarında emperyalistlerarası yeniden paylaşım mücadelesine yol açtı. Bu mücadele Soğuk Savaş döneminde yatışmış çelişkileri su yüzüne çıkardı. Soğuk Savaş’ı müttefiklerini kontrol etmekte kullanan ABD, bu avantajı yitirmiş oldu. Düşük askeri harcamaların sağladığı avantajla Pasifik havzasından güç alan Japonya ve Avrupa Birliği’nin karşısında ABD’nin de Kanada ve Meksika’yı kendi ekonomik alanına sokan NAFTA’yı kurması, emperyalist dünyada tek hakim gücün etrafında toparlanmanın koşullarını ortadan kaldırdı. Bu üçlü arasında şimdi “parasal soğuk savaş” sürmektedir. Koruyucu önlemlere başvurdukları oranda rekabet kızışacaktır. Dünyanın diğer ülkelerinin bu üç kutuplu dünyanın havzalarıyla ilişkilenmeleri; meta zincirleri, kârlı üretim sektörleri, stratejik ihtiyaçları karşılama açısından vazgeçilmezlik ve optimallik derecelerine göre şekillenmektedir. Ancak Çin’in ve Avrasya’da nüfuzunu korumaya çalışan Rusya’nın hangi kutba dahil olacakları sorusu belirsizliğini korumaktadır.
Dünya sisteminde ekonomik düzenin bu üç kutupluluğuna karşın askeri düzen tek kutupludur. ABD emperyalizmi küresel ölçekte askeri güç uygulama istek ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Sovyetler’in çöküşü ile bu yöndeki olanakları daha da artmıştır. Ancak, bu gücün ticari bir mal haline geldiği de gözleniyor. Bu politikanın ilk adımı Körfez Krizi sırasında atılmış, savaşın maliyeti, düzenin bekası ve istikrarın bedeli olarak petrol zengini ülkelere ödettirilmiştir. Yani ABD şiddet yanlısı politikayı daha çok dünya ekonomisinin kontrolü için bir araç olarak kullanmaktadır.
KÜRESELLEŞME VE ULUS–DEVLET
Tarihsel olarak inşa edilmiş burjuva ulusal devletler, dünya sisteminin merkezlerini yaratmış, ulusal kapitalist ekonomilerin yönetiminin politik ve toplumsal çerçevesini temsil etmişlerdir. Ulusal sermayelerin denetimindeki bu devletler saldırgan bir rekabet içinde oldular. 19. Yüzyılda sanayileşmeleri ile çevrede sanayi yokluğu arasındaki karşıtlık, bunların emperyalist yayılmacılığının maddi temeli oldu. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise ulus-devletin rolü yavaş yavaş değişmeye başladı. Çevre ülkeler, ulusal devrimlerle sanayileşme yoluna girdiler, Batı imajlı devletlerini kurdular.
Dünya sistemi, iktisadi ilişkilerin ötesinde bir de ülke devletleri arasındaki ilişkileri içerir. Soğuk Savaş döneminde her devlet iki ayrı belirlenme içindeydi: 1) ülke içindeki sınıf dengeleri, sermaye grupları vs.’nin baskı ve talepleri; 2) diğer devletlerle içinde bulunduğu hiyerarşik sistemin ve onun hegemonik gücünün zorlamaları. Bu yapı içinde ülke sermayeleri öncelikle kendi devletleriyle ilişki içindeydiler; toplumsal sınıflar ulus-devlet sınırları içinde oluşmuş toplumsal ilişkilerce belirleniyordu. Oysa şimdi dünya pazarı hiç bir devletin, ABD’nin bile denetleyemediği bir özerk güç haline gelmiş, uluslarüstü bir kapitalizm ortaya çıkmıştır. Çokuluslu şirketlerin pazarlık gücü karşısında hükümetlerin göreli özerklikleri zayıflamakta, sermayenin uluslarüstü güç olma eğilimi ile devletler sistemi çatışmaktadır. Yatırım kararları, bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte, ulusal-devletin denetimi dışına çıkmaktadır.
Küreselleşmenin ulus-devleti erozyona uğratması, bir kaosa, dünyanın her köşesinde siyasal, toplumsal ve ideolojik krizlere yol açmaktadır. Çünkü ulus-devletin yerini alabilecek, üretim sisteminin gereksindiği yeni siyasal ve toplumsal biçimler, etkili bir dünya örgütü geliştirilememiştir. Üstelik, sermayenin egemen mantığının krizi sona erdirmekten çok, onu yönetmeye odaklanması krizleri derinleştiriyor. Artan küreselleşen alanın ekonomik yönetimi ile bunun ulusal alanlara parçalanmış siyasal ve toplumsal yönetimi arasındaki bu çelişki, dünyanın kutuplaşmasını yeniden üretip derinleştirmekle kapitalizm için ölümcüldür. Ulus-devleti erozyona uğratan sermaye nüfuzunun mantığı ile ulusal gerçekliklere dayanan politik ve ideolojik sistemler arasındaki çatışma, özellikle çevrede yöneticilere karşı güven duygusunu aşındırmakta ve sonuçta onları içerde ve dışarda günah keçileri yaratmaya itmektedir. Yasadışı paranın yayılmasıyla birlikte yasadışılığın yükselişi muktedir devlete meydan okuyor. Koruyucu devlet, dışlanmış kitlelerin belirmesiyle yadsınır hale geliyor. Her ikisi de düzen yapılarının zayıflığını açığa vuruyorlar. Sosyal demokrat düşte “sosyal devlet”le doruğuna ulaşan toplumsal düzen, büyümenin hızını kesmesiyle sarsılıyor. Oysa yakın döneme kadar, kapitalizmin gelişmesi, birikimin yeniden üretiminin belirlendiği alan ile onun siyasal ve toplumsal yönetiminin alanı arasındaki uyum üzerine yapılandırılmıştı. Bu süreç, liberalizmin –özünde yalan olan– devlet müdahaleciliğine karşı olma savını doğrulamaz; ama devletin de çevreden merkeze doğru çözüldüğünü gösterir. Ancak bu çözülmeyi; devletin, göreli özerklik ve ideolojik hegemonyada ifadesini bulan sınıflar arasında denge sağlayıcı yeteneğinin “buharlaşması”, egemen sınıfın, sömürülen ve ezilenler üzerinde giderek saydamlaşan salt bir baskı ve tahakküm aygıtına indirgenme süreci olarak anlamak gerekir. Liberallerin “otoriter demokrasi” dedikleri şey.
KRİZ YÖNETİMİ
Kriz yönetiminin dünyayı içinde başarıyla tuttuğu durgunluk, üretimci yatırımda çıkış bulamayan devasa bir sermaye fazlasına yol açmış ve sonuçta öncelik, dalgalı sermaye kütlesinin yönetimine verilmiştir. Bunun sonucunda ekonomi üretken-olmayan gelirler ekonomisine dönüşmekte ve hizmetler, toptan ve perakende ticaret, bankacılık, menkul ve gayri-menkul alanlarda yoğunlaşmaktadır. Böylece kârın büyük bir kısmı mal üretimiyle ilgisi olmayan kesimlere gitmekte ve finansal zenginliğin daha önce görülmemiş şekilde yığılmasına yol açmaktadır. Yeni bir finansçı kuşağı, reel ekonomi içindeki girişimci işlevlerini terkederek, yatırım bankaları, muhasebe şirketleri, uluslararası simsarlık firmaları vb. çevresinde gruplanmaktadır. Faaliyetleri spekülatif bir karakter, giderek suç niteliği taşımakta, iş gördükleri alanda yasal olanla-olmayan daha çok içiçe geçmektedir. Eşzamanlı olarak, ekonomik ve toplumsal politikalarla siyasal süreç üzerindeki etkileri güçlenmektedir.
Kriz yönetiminin sermayeyi üretken olmayan alanlar- da, rant ve faizde tutması sistem için riski arttırmaktadır. 1994’te Meksika’da, 1997 ve sonrasında Asya’da ve Rusya’da patlak veren mali krizlerin dünyaya yayılması, uluslararası mali sistemin ne denli kriz eğilimli olduğunu gösterdi. Sonuçta kriz yönetimi, sermayenin 1930’lardaki gibi ani ve toplam değersizleşmesini engellemek için uçan sermaye fazlasına başka pazarlar bulmak demektir. Yıllık dünya ticaret hacmi 3000 milyar dolarken, uluslararası uçan sermaye hareketinin portresi yaklaşık 80-100.000 milyar dolardır.
Küreselleşmeye ilk yanıt, dinci, milliyetçi akımlardan geldi. Üç-kutuplu sistemin (merkez-çevre-sosyalist blok) çökmesi, gerileme ve durgunluk, bu akımları güçlendirdi. Oluşturdukları merkezkaç güçler karşısında çevrede yönetici sınıf meşruluğunu kaybetti, sınıf birliği parçalandı. Çünkü halklar, Batıda sürekli büyümenin kalıcılığına, Doğuda sosyalizme inanıyorlardı; çevrede ise, yerel burjuvazilerin öncülüğünde modernleşme ve ulusal kalkınma projeleriyle azgelişmişlik sınırlarının aşılacağına. Ama tüm projeler hayal kırıklığı yarattı. Bu koşullarda yeni kapitalist yayılma, toplumsal parçalanmaya, yani bölgesel, etnik, dinsel, dilsel-kültürel vb. gibi cemaatleri esas alan toplumsal gruplaşmaların ortaya çıkmasına yol açtı. İnsanlar karşılaştıkları sorunları göğüsleyebilmek için yerel değerlere daha çok sarıldılar. Gelecek kaygısı, dinsel ve etnik aşırılıkları öne çıkardı. Doğuda ve Batıda, ortak toplumsal özdeşleşmeler, sınıf ekseninden büyük ölçüde eski moda hareketlere kaydı. Bu süreç, globalizmin sistem karşıtı hareketlere yönelik, soyut bir bireysel özgürlük ve evrensellik adına sınıfsallığa, siyasallaşmaya, örgütlülüğe karşı, yeni kimlik ve anlam arayışını gündeme getiren ideolojik saldırısıyla atbaşı gitti. Sonuçta ezilenlerin inandırıcı bir özgürleşme seçeneğinden yoksun kalmaları, geçmişe dönük ütopyalara, yani dinci ve milliyetçi akımlara yaradı, onları güçlendirdi. Marx’ın din için söylediği, “ruhsuz koşulların ruhudur” sözü tam da bugüne denk düşmektedir.
Ama bu tarz yanıtın yükselen dalgası gerilemektedir. Yarı-sanayileşmiş çevrede görece azalan aktif işgücü ile muazzam işsizler ordusunun birlikte varoluşu, derin ve potansiyel olarak devrimci bir çatışmaya elverişli hale geldi. İşsizlik, Batı toplumlarının da sürekli bir özelliği. Avrupa’daki toplumsal çatışmalar geçmişte ekonomik alanla sınırlıydı, büyümeden pay almak anlamındaydı. Refah devletinde ifadesini bulan sermaye/emek arasındaki tarihsel uzlaşmaya bağlıydı. Bu uzlaşma, başta sermayenin refah devletine saldırısıyla ortadan kalktı.
Gerileme merkez ülkelere göçü artırmakta, onların iç istikrarını bozmaktadır. Göç dalgası, Kuzeyin demografik düşüşü ile birlikte düşünülürse, toplumsal yaşamın yapısını dönüştürme eğilimindedir. Göçmenlerin siyasal ve toplumsal yaşama katılım hakları giderek büyüyen bir sorundur. Bu hakları sahiplenen demokratik güçler, hükümetlerin akıntıya direnme yeteneğini köreltirken, bu işgücü yerli ücretli emek üzerine basınç oluşturup işsizliği artıran bir rol oynadığından, göçmenleri dışlamakta odaklaşan sağ politikalara, ırkçılığın yükselişine gerekçe oluşuyor. Göçmenler işçi sınıfının alt tabakasını oluşturuyorlar. Bugüne dek etnik kimlikleri daha çok öndeydi; ama yarın sınıf kimlikleri olacak. Sonuçta sermaye, merkez halkları, sosyal ve siyasal açıdan birikimin gereklerine görece uyumlulaştırma şansını da bizzat kendisi dinamitlemektedir. Bu nedenle kriz yönetimi, yalnızca merkez-çevre arasında değil, merkezde de toplumsal ve siyasal çelişkileri kutupsallaştırır.
Ayrıca, kriz yönetimi merkez ülkelerin ihracatını teşvik ederken 3. Dünyayı bunun dışında tutmaya çalışır. Tıpkı Almanya’nın Versay anlaşmasıyla, savaş tazminatı ödemesi istenirken, ihracat yapmasını önlemek gibi. Sonuçta bu yönetim, hem gelişmiş ülkelerin kendi arasında, hem de gelişmekte olanlarla ilişkilerinde güç kullanmak dışında başka araç düşündürmeyen bir stratejidir; ve bu giderek daha az istikrarlı bir dünya sisteminde patlamalara yol açabilecektir. Körfez savaşındaki ABD-Irak karşılaşması bu içerikteki patlamanın ilkiydi, Yugoslavya savaşı ikinci örnek oldu.
Öte yandan ekolojiye yönelik global tehdit, dünya çapında kamusal girişim ve planlamalardan yana güçlü argümanlar ortaya atılmasına yol açıyor, doğal sınırlara karşı duyarlı bir ekonomiyi zorluyor. Hem kıt kaynakların kullanılmasını hem de üretim kararları ve tüketim eğilimlerinin global ekoloji sistemleri üzerindeki olası etkilerini izlemek yönünde güçlü bir uluslararası planlama düşüncesi var. Bu düşünce, teknolojik aygıtı ve sanayi üretimini ekolojik dengeyle uyumlulaştırmaya zorlayıcı etkinliklere giderek daha fazla dönüşüyor (fosil yakıtlara alternatifler geliştirilmesi). Diğer bir deyişle, kapitalizmin yaşam ve tüketim tarzını küreselleştirmesine karşı herşeyden önce ekolojik engel çıkıyor. Çünkü ekolojik çevrenin temizlenmesi (üretim sürecinin bir yan ürünü olan kimyasal toksinlerle mücadele) ve yenilenmesi (yeni ağaçlar dikmek gibi) ciddi bir toplumsal maliyet sorunu üretiyor. Yakın dönemde Batıda yükselen çevre hareketleri, sonuçta sermayeyi, çıkış olarak, kirli teknolojileri ve sanayi atıklarını, böylece maliyeti de çevre ülkelere aktarmaya yöneltti. Ancak bu, Kuzey/Güney eşitsizliğini arttıran bir faktör oldu. Güneyde gelişen duyarlılıkla birlikte çevre konusundaki faaliyet, küresel kâr oranını kaçınılmaz olarak düşürecek bir rol oynayacaktır. Yani ekolojik kriz, sistem açısından bir başka sınıra işaret eder: dünyanın kırsallıktan çıkarılması sürecinin yaşamı tehdit eden bir düzeye gelip dayanması…
ÇAĞDÖNÜMÜ: YA SOSYALİZM YA BARBARLIK
İçinden geçtiğimiz çağdönümü, barbarlık ve özgürlük eğilimlerini bir arada içermektedir. Yeni teknoloji biçimleri hayatı hem zenginleştirmenin ve kolaylaştırmanın potansiyellerini, hem de tahrip etmenin, insanlık-dışılaştırmanın araçlarını sağlamaktadır. Bu yeni biçimler, bir yandan çalışma saatlerini azaltıp boş zamanı artırırken, öte yandan onların kapitalist kullanımı kitlesel işsizliğe yol açmaktadır. Bilgisayarlaşma süreci öğrenim biçimlerini kolaylaştırıp bilginin dolaşım hızını arttırırken ve robotlar emek gücünün insafsız kullanımını azaltmaktayken sınıf eşitsizliklerini de perçinlemekte, yeni kölelik biçimlerine yol açmakta, halkın gözetim ve denetim altında tutulma olanaklarını, medya tekellerinin tahakkümünü de arttırmaktadır. Yeni medya teknolojileri bir yandan zihinsel faaliyetleri güçlendirme, yerel ve evrensel kültürün yeni sentezlerine aracı olma, böylece kültür ve sanata daha insani ve daha özgürleştirici boyut ve içerik kazandırma imkanına sahipken, öte yandan, manipülasyon ve yönlendirmelerle zihne ket vurmakta, Körfez savaşında olduğu gibi gerçekleri saptırmakta, her türlü şiddeti ve vahşeti küreselleştirmektedir.
Komünizm, Sovyetlerin şahsında Batı için bir tehditti. Kendisi kadar hasımlarının güçlerini ve davranışlarını da yeniden yapılandırmış, uluslar yapbozunun parçalarını dengede tutmuş, nükleer caydırıcılıkla belirsizlikleri sıfırlamış, emperyalist devletlerin bencilliğini aşındırıp onları kutsal birliğe iteklemiş, ekonomik, askeri ve teknolojik alanlarda kapitalist sistemin dinamizmini ayakta tutan en önemli rakibi, sonuçta istikrarının garantisi olmuştur. Alain Minc, Yeni Ortaçağ adlı kitabında, durumu şöyle özetliyor: “Hiç bir riskin olmadığı ama bir tehditin bulunduğu bir dünyadan, tehdidin olmadığı ama sayısız riskin bulunduğu bir dünyaya geçtik.” (s.107) Gerçekten de çöküş öylesi zincirleme etkiler yarattı ki… Pandora’nın Kutusu gibi.
Yasadışılık en gelişmiş demokrasilerin bağrına yerleşiyor. Piyasanın başarısı, “gri alanlar”ın başarısı ile atbaşı gitmektedir. “Derin devlet”in varlığı dışında, iktidar sahipleriyle dayanışma içinde mafyalar da hızla gelişen bir toplumsal örgütlenme biçimi, dünya sisteminin önemli bir faktörü olarak görünüyor. Bir çok kent, devlet otoritesinden mafyanın, çetelerin denetimine geçiyor. Varoşlarda solcuların yerini çeteciler almış. Uyuşturucu babaları, yozlaşmış eski KP yöneticisi gibi yağmacılar, uluslararası finansın kalbine yerleşmiş. Gri alanlar Afrika’nın büyük bir bölümüne yerleşiyor, Rusya ve Müslüman cumhuriyetlerde hüküm sürüyor, serbest piyasa ile Çin’e işliyor, Ortadoğuda teokratik rejimlerle birlikte yaşıyor; afyon ve kokain imparatorları ile Latin Amerika’da, Balkanlar’da savaşa eşlik ediyor, Avrupa’ya yayılıyor. Eskobar’ları besliyen koka ve afyon dışında 3. Dünyada gelişen başka tarımsal ürün yok! Halkın geçim alternatifi mafyanın gücünü oluşturmakta. Yasadışı ekonomi, mübadelenin yasa ve ilkelerine resmi olandan daha çok uyar. Resmi toplumla yeraltı dünyasını, temiz işlerle pis işleri, ak para ile kara parayı birbirinden ayırdetmenin giderek zorlaştığı, işsizliğin, dışlanmışların çoğaldığı, ahlaksızlığın, hukuksuzluğun kural olduğu bir düzende elbette ki önü açık olacak.
Bilgisayar ile astroloji, cep telefonu ile tarikatlar, gen haritası ile AIDS, klonlama ile köktendincilik gibi garip eşleşmeler… “Serbest” hukuksuzluk bölgeleri, gri alanlar, artan yoksulluk-açlık yöreleri, delinen ozon tabakası, işsizlik karşısında çözümsüzlük, görülmemiş ekonomik durgunluk, karaparaya boğulmuş küresel finans sistemi, mali krizlerin sıklaşması, kültürel kriz, barınmadan aşk’a, sanattan rasyonel bilgiye kadar yaşamın gelişmiş biçimlerine karşıt olarak gelişen barbarlık pratikleri, düzensizlik, belirsizlik, akıldışılık, giderek “Atinalılaşan” demokrasi.. Tüm yapıların, değerlerin içerikleri boşalıyor; her şey son sınıra doğru hızla sürüklenmekte! İşte ideolojik tekeli elinde bulunduran liberalizmin çizdiği tablo; sapmalar ona ait, sonuç onun ideolojik iflası. Yol açtığı ise, insanlığı ve dünyayı yıkıma sürükleyen yeni barbarlık.
Baştaki teze dönelim. Bu, kapitalist sistemin çözülüşüdür; tedrici, yani evrimci bir süreçle, “katılımcı demokrasi”yi de bir moloz gibi sürükleyerek, barbarlığa (belki yeni bir köleci düzene) geçişi. Mutlak olarak tek geçiş mi bu? Elbette ki değil. Bununla birlikte devrimci geçişten de söz etmiştik. Ama şu pozitivist akılla, “sosyalizm, kapitalizmi zorunlu olarak takip eder” şeklindeki katı-determinizmle konuşmuyoruz. Dediğimiz şu:
Bir üretim tarzının bozulması, kendi kendisiyle özdeşleşememesi, ancak bir başka üretim tarzının koşullarını yaratır, onun zorunluluğunu değil. Çünkü bu zorunluluk iktisadi yapıdan çok daha karmaşık, toplumsalın bütünü içinde, yani ideolojik, politik, ekonomik bütünün dönüşüm şartları içinde yer alır. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzının krizi, siyasal ve ideolojik şartların da yan yana gelmesiyledir ki, kapitalist üretim tarzı yerine sosyalist üretim tarzının geçiş şartlarının bütününü yaratır.
Toplumsal açıdan, iradi müdahale veya insanın bilinçli eylemi böyle bir anda –diğer tarihsel uğraklardan farklı– bir rol oynar. Ama nasıl? Evrimi, yozlaşmasına karşı çıkarak alternatif olanak yönünde feraha çıkarmak için zorlayarak. Bu, evrimin “özerk doğası” açısından zorunlu değil elbette. Ama insan toplumunun ihtiyaçları, bekası açısından zorunlu. Geçiş sürecinde nesnel çelişkiler varolduğu sürece ve bunlar emekçilerin nesnel çıkarlarına denk düştüğü içindir ki sosyalizm de gerçek bir imkandır. Çünkü imkanların gerçek olmasını, mümkün olanın sınırlarını belirleyen somut tarihsel koşullardır; yani sistemin iç çelişkileri, sıklaşan krizleri, sınıf çıkarlarının uyuşmazlığı, gittikçe derinleşen eşitsizlikler; sistemin doğayla, insanın varoluşuyla uyuşmaz bir noktaya gelişidir. Ve bu nokta, artan çatallaşmanın, gittikçe saydamlaşan ikilemin insanları tercihe zorladığı bir an’dır. İşte bu zemin üzerinde “Tarihi insanlar yapar.” Unutulmamalıdır ki, tarihin böyle an’larında küçük girişimler büyük sonuçlara yol açar. Varolan koşullar altında tahayyül edilmesi çok zor yeni devrimler dalgası yeni bir küreselleşme biçimine yol açabilir. Kapitalist-emperyalist sistemin kalbinde, Seattle’da başlayan direniş sistem-karşıtı yeni bir dinamizm geliştiriyor. İlk sonucu, Amerikan seçimlerindeki etkisiyle siyasi bir krize yol açmış olması dahi olabilir!