Uzun bir öykü arıyorum yardımcı olabilir misiniz?

Uzun bir öykü arıyorum yardımcı olabilir misiniz?
DENİZ FENERİ
Hiç şikâyet etme. Bunu kendin istedin.

Herkes unutup, defterden sildikten sonra bile Hasan’la mektuplaşan bir sendin. Yazdın, yazsın diye bekledin. Anlattıklarına hep mim koydun. Yaptıklarına gıpta, söylediklerine mütemadiyen hayret ettin.

Yıllar önce limandan bir yük gemisine binip kaybolmuştu aranızdan. Sizler korunaklı hayatlarınızla ay başından ay başına yaşarken, Hasan maceralı denizlere karışıp gitmişti. Neden sonra haberi geldiğinde okyanus kıyısındaydı. Bir deniz fenerine bekçi olmuştu. Lacivert enginlere bakan yeşil tepelerin avucunda beyaz bir kuledeydi, rüya gibi. Gece gündüz çalışıp duruyordu şavkını önünde diz çöken suların üstüne. Işıl ışıl ışıktı Hasan, ona baktıkça gözlerin kamaşıyordu. Müthiş bir adamdı. Müthiş bir resim.

Bu resme dahil olmak hiç aklından geçmiyordu oysa senin. Sadece oturduğun yerden övünüyordun onu tanımış olmakla, Hasan duvardaki bir kaptanlık beratıydı sanki paşa dedenden yadigâr. Rahatça avunabilirdin onunla. Bir ayrıcalık, serüvenlere kapıyı açan en sağlam pasaportun.

Kaldığı fenere karadan yol olmadığı için, ayda bir uğrayıp su ve erzak getiren küçük şileplerle, balıkçı postalarıyla haber gönderebiliyordu sana. Yine de deniz kokan bu zarflar eline ulaştığında yüzlerinde pul koyacak, damga vuracak yer kalmamış oluyordu. Bu kadar büyük deniz, bu kadar uzaktı Hasan.

Oturduğu fenerde ayda bir sana da selam çakıyordu. Sen de aynı yoldan geri gönderiyordun bu imtiyaz yüklü selamı. Yaşadığınız kentte hayatın ne tekdüze, ne sıkıcı, ne berbat olduğunu; Hasan’ın o uzaklarda hiç ama hiçbir şey kaçırmadığını, yeniden moda olmuş leopar desenli bikinilerin lanetini, piyasalara hâkim olan belirsizlik cinnetini anlatıyordun. Tenis-eskrim-dağcılık kulübünde züppelikler vardı sadece, kötü giden evlilikler, aşktan kalmayan eser… Sizin çakılıp kaldığınız bu kentte olmamak için ne çok nedeni vardı, ne denli haklıydı Hasan. Ne güzel yoktu. O hiç yoktu.

Oysa her akşam iş çıkışı limana hâkim o terasa kurulup deli gibi ve ne de güzel içiyordunuz yarabbi! Kosterler, şilepler, transatlantikler girip çıkarken limana siz de dalga dalga açılıyordunuz rakı şişesindeki ummana. Şarkı söyleyip bol bol, keder bahsiyle ağlaşıyordunuz.

Genellikle böyle saatlerde düşüyordu Hasan masaya… Bir ses… En yakını sen olduğundan hemen yanı başına kuruluyordu. Baş tacı gibi… Artık sadece o vardı masada, bir de sen… Durgun, dingin bir tonla olacakları anlatıyordu, gelecekleri, gidecekleri. Ve olmayacakları… Ağzınız açık dinliyordunuz. Hayret ediyordunuz. Hasan’dı o gaipten seslenen ağız, açık denizlerin bilge kâşifi Hasan. Büyük Hasan, dev Hasan. Arkadaşlarsa, bunlar mı, bunlar sadece arkadaş!
“Bu mektubu alır almaz hemen yola çık.”

İtaat etmekten başka çare bırakmayan çizgisiz bir dosya kâğıdı çıkmıştı tuz kokulu zarftan bu kez. Hemen işinden izin al. Çantanı sırtla. Marsilya’da aktar. Sonrasını Kaptan Marko anlatacak sana. Sakın sallanma. Fazla yük alma.

Tereddüt değil itaat ettin. Ananın elini öptün. Hayalindeki sevgiliye okunur, okunmaz el yazısı bir not. Doğup büyüdüğün kentin akşamüstü cıvıltısına bir son bakış. Fırladın.

Üç numaralı koster sırtladı yükünü, iskele arkanda, iskele alabanda!

Hiç beklediğin gibi değildi yol ve yolculuk. Dalgalarla boğuşurken için dışına çıktı, martıların çirkin yüzünü, korkunç çığlıklarını öğrendin. Dokuz ayrı renkte batan güneş canını sıktı. Gemici romlarıyla mideni bozdun. Kazıklı hummanın korkusuyla, tıkanan dar tekne helalarının kokusuyla tanıştın.

Kaptan Marko’ya gösterdiğin fener kartpostalı seni okyanus kıyısındaki o döküntü balıkçı köyüne getirdi. Aylık erzak postasına yetişmiştin. Kimse bir şey söylemedi. Yüzüne bile bakmadılar. Seni de bir yük, bir bidon su gibi attılar tekneye. Dalgalara karıştın. Fener nihayet ufukta.
Ne var ki sen bu son menzile doğru yola çıkışta başka bir adamdın artık.

Denizle baş etmenin, dalgalarla güreş tutmanın sırrına varmıştın. Rota tutturmanın, rüzgârla boğuşmanın, uskur kırıp karaya oturmanın ne demek olduğunu anlamıştın. Ve ıssızlığın ortasında daima tek başına nöbet tutan bir fenerin orada ne yaptığını.

Deniz feneri kayalıkları gösteriyordu gamlı balıkçılara. Her yanıp sönüşünde gel-me diyordu. Sakın gelme buraya. Gel-me. Yaklaşma, yoksa kayalara vurursun, karaya oturursun. Gel-me.
Bir ihtardı eniz feneri. Işığını her çakışıyla kendi yalnızlığını da garantiliyordu. Sakın gelme, diyordu. Ben yan-dım, sen yan-ma.

Keskin kayalıklardan sakınarak sen en uygun noktada karaya çıkardılar. Martılar bile geçmiyordu bu sahilden. Yürüdükçe uzaklaştı fenerin, saatlerce taban teptin.

Onun ışığı da olmasa tastamam karanlıktı her taraf. Loş değil, zifiri karanlık. Hayat boyu sebepsizce yaver gitmiş bir şansın ansızın dönmesi gibi, nihayet hakkıyla alınmış bir ağız payı gibi, neft gibi, zift gibi sonsuz bir karanlık. Her adımda, her çakıl taşında karanlık.

Gün batımından çok sonra ulaştın beyaz kuleye.

Merdivenleri heyecanla tırmanırken ardında bir gölge belirdi sanki. Bir gölge? Peşinde mi?
Zihninde mi? Yoksa her ikisi de, her ikisinde de mi?

Hasan, neredesin Hasan, işte geldim. Bir kaset koy. Her şeyi hatırlıyorum çünkü.
Tepeye vardığında ahşap masanın üzerine yanlamasına açılmış kocaman bir sayfa karşıladı seni. Üzerinde şekillerle, işaretlerle fenerin işleyişi anlatılıyordu. Belli ki Hasan değildi bunları yazan.

Ondan çok önceleri nöbeti devreden biri çizmişti resimleri. Tarih asırlar öncesi.

Adını bağırdın avazın çıktığı kadar, Hasan’ı.

Aradın, aradın, odalara girip çıktın.

Yatağın karşısındaki aynaya baktın.

Yeni gördüğün bu yüzle birden berraklaştı asırlık ayna, her gün söylediklerini bu kez sana tekrar etti, ilk kez:

“Bu sensin. Dünden bugün daha iyisin.”

Dedi. Sonra da ona her bakışında sana aynı cümleyi tekrar etmeye söz verdi.
Geldiğin posta gemisini yakalayabilmek umuduyla boşuna taradın kayalıkları. Eser yoktu Hasan’dan. Nöbeti devralmıştın.

Şimdi peşinde fazladan bir gölge var daima, aranızda bir ışık.
Başar BAŞARIR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu