Atatürkçülük Nasıl Doğmuştur?

Atatürkçülük Nasıl Doğmuştur?

Mustafa Kemal’in yaptıklarını incelerken, kullandığı yöntemi de anlamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki Mustafa Kemal daha gençlik yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmakta olduğunu ve bu coğrafyada Türk Milletine hayat hakkı verilmeyeceğini anlamıştı. Yani problemi belirlenmişti. Elde olan, savaşlarda yok olmuş bir milletin kalıntıları ve inançlı bir avuç aydın ve subaydı. İşte bu, problemi çözmek için eldeki başlangıç koşullarıydı. Savunulabilir ve yaşatılabilir bir devlet ulusal olmalıydı ve sınırları da Anadolu’ydu. İşte bu da sınır koşullardı. Mustafa Kemal önereceği modelin sınırlarını daha başından belirliyordu. Türklerin varlıklarını sürdürebilmelerinin ön koşulunun da Anadolu’da Türk çoğunluğa dayanan bir ulusal – devlet kurmak olduğunu görüyordu. Mustafa Kemal buradan hareketle Misak-ı Milli’yi daha 1907’de belirlemişti, devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet olması gerektiğini de farkındaydı. İşte Milli Misak sınırlarında kurulacak ulusal devlet ve Cumhuriyet rejimi Mustafa Kemal’in modeliydi. Artık adım adım sınamalarla problemi çözmeye başlayabilirdi. Bu süreç dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki Mustafa Kemal’in yöntemi bir mühendisin karşılaştığı bir problemi çözerken kullandığı yönteme çok benzemektedir. Bir mühendis problemini çözerken şu süreçlerden geçer.

1- Önce problem belirlenir.
2- Problemin başlangıç ve sınır koşulları belirlenir.
3- Problemin çözümünü kolaylaştıracak bir matematiksel modelleme yapılır.
4- Bu model kullanılarak adım adım sınamalarla problemin çözümüne yaklaşılır.

Buradaki ikinci madde çok önemlidir. Bir kuramın ya da modelin başlangıç ve sınır koşullarını belirlemek. Mühendisliğin olduğu gibi bilimsel yöntemin de bir ön koşuludur. Nitekim bir kuramın bilimsel olup olmaması baştan geçerli olduğu sınırların belirlenmesine bağlıdır. İşte bu yüzden evrensel olduğu iddiasındaki ideolojiler daha en baştan bilimsellik özelliklerini kaybetmişlerdir. Şimdi Kemalist İdeolojiyi 5 ana başlık altında tanımlayarak, Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek bu tek sistemi anlamaya çalışacağız.

1- ULUSAL İDEOLOJİ:

Bir kuramın bilimsel ve uygulanabilir olması için sınırlarını baştan belirlemesi gerektiğini daha önce belirtmiştik. İşte Kemalizm; evrensel oldukları iddiasındaki kapitalizm ve sosyalizmden farklı olarak kendi sınırlarını ilk adımda Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti ile yani Misak-ı Milli ile, ikinci adımda ise Avrasya coğrafyası ile belirlemiştir. Bir kuramın sınanabilmesi için geçerli olacağı iddia edilen sınırların önceden belirlenmesi gerekir. Kemalizm bu sınırları başından çizdiği için bilimsel anlamda sınanması ve eğer varsa yanlışlarından arındırıması da olanaklı olacaktır. Oysa evrensellik iddiasındaki ideolojiler bir çıkmazla karşılaştıklarında kendi ideolojilerini bu yeni durumu da kapsayacak şekilde genişletmek eğilimindedirler. Bu şekilde ideolojilerini bir inanç şekline dönüştürür hatta ideolojileri ile çelişen durumları görmemezden gelme kendilerine göre yorumlama çabasında olurlar.

Evrensellik iddiasındaki ideolojiler kuramlarının her yerde ve her koşulda geçerli olacağı yanılgısı içinde bulunduklarından toplumların tarihsel, coğrafi, kültürel, ekonomik özelliklerini göz ardı ederler. Kapitalizm de sosyalizm de Avrupa merkezli (sözde) evrensel ideolojiler olarak azgelişmiş ülkelerin sorunlarını çözememişler hatta açıkça bunların sömürülmesine yol açmış ya da desteklemişlerdir. İki örnek verelim. Emperyalizmin ideologlarından Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezini göz önüne alalım Fukuyama, insanlık tarihinin belirli aşamalardan geçerek, kapitalizm de son bulduğunu kapitalizmin evrensel bir düşünce olarak tüm insanlığın sorunlarını çözeceğini iddia etmektedir. Fukuyama’ya göre artık insanlık tarihi, son aşamasına gelmiştir. Son iki yılda dünyada meydana gelen krizler, yoksulların giderek daha da yoksullaştığı bir dünya Fukuyama’nın bu tezini yanlışlıyor. Fukuyama eğer kapitalizm Batı Dünyasının sorunlarını çözecek deseydi belki haklı olabilirdi ama kapitalizmin evrensel bir sorun çözücü olduğunu iddia etmekle büyük bir yanlış yapıyor. Çünkü kapitalizm 15. yüzyıldan beri sömürgeci ve 18. yüzyıldan beri de emperyalisttir. Yani kapitalizm teknik gelişmelerden ve girişim ruhundan çok, öncelikle sömürüye, az gelişmişlerin sömürülmesine dayanır. İngiltere’nin sanayi devriminin öncülüğünü yapmasında dönemin buhar gücüne dayanan bilimsel teknolojik gelişmelerinin yanında, başta Hindistan milyonlarca doğulu insanın sömürülmesinden elde edilen artı değer vardı. Emperyalizmin kapitalist ekonomik sistemin doğal bir özelliği olduğunu belirlediğimizde azgelişmiş daha doğrusu geri bıraktırılmış ülkelerin kapitalist yoldan kalkınamayacağını da görürüz. Çünkü kapitalist sistem bu ülkelerde kendine bağımlı hastalıklı yapılar oluşturur ve bu ülkelerin başta doğal kaynaklarını, tüm zenginliğini sömürür. Bu azgelişmiş ülkeler hiç bir zaman batılı anlamda kapitalist bir gelişmeyi yaşayamazlar, çünkü onların sömürecekleri başka toplumlar yoktur. Bütün bunlar kapitalizmin evrensel bir kurtuluş olamayacağını gösteriyor.

Başka bir sözde evrensel ideoloji olan sosyalizme geldiğimizde de benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Marksist kuram bütün toplumların önce köleci ardından da sırasıyla feodal – kapitalist – sosyalist evreleri geçirerek sonunda komünizme ulaşacağını iddia eder. Burada da aynı kapitalizmin ideologlarınınkine benzer evrenselci ve determinist bir bakış açısı vardır. Madem ki tüm toplumlar aynı evreleri geçirecekler ve sonunda mutluluğa ulaşacaklar o zaman her toplumun kapitalizmi yaşaması gereklidir. Gerçekten de Marx’ın yazdıkları incelendiğinde tüm kuramın kapitalizmin yaşandığı hatta en ileri aşamasına geldiği toplumlara göre oluşturulduğu görülür. İşte bu hastalıklı bakış açısı azgelişmiş ülkelerin sömürülmesini desteklemiştir. Marx ABD işçi sınıfının gelişmesi için Meksika halkının sömürülmesini açıkça savunmuştur. Nasıl olsa eninde sonunda Meksikalılar da kapitalizmin sonrasında sosyalizmi yaşayacaklardı. İşte burada emperyalizmi doğru tanımlayamama ve evrensel olma iddiasının bilimsellikten uzaklığı görülmektedir. Marx ve diğer Avrupa merkezci sosyalistler kapitalizmi yaşayan toplumların sosyalizme ve daha sonra da komünizme kendiliğinden evirileceğini yani toplumsal gelişmenin yasasını bulduklarını iddia etmişlerdir. Oysa şu basit gerçeği görememişledir. Kapitalizm 15. yüzyıldan beri sömürgecilik ile birlikte gelişmiştir ve kapitalizmin sömürdüğü, pazarını, hammaddesini, işgücünü kullandığı kendine bağlı bir azınlık yarattığı bu ülkelerde gerçek anlamda ulusal bir kapitalizm gelişmediği için doğal olarak bunun sonucunda sosyalizme doğru bir evirilme de olmayacaktır. Bu ülkeler de ancak milliyetçi – halkçı, anti emperyalist hareketler başarılı olabilecektir. Yani Marx ve Fukuyama amaçları farklı bile olsa aynı çizgiye düşmüş tüm dünyanın aynı aşamaları izleyerek gelişeceği yanılgısıyla azgelişmişlerin sömürülmesini desteklemişlerdir.

Sosyal demokrasiyi ele aldığımızda da farklı bir tablo ile karşılaşmayız. Avrupa merkezli sosyal demokrasi hiçbir zaman azgelişmişlerin sömürülmesine karşı çıkmamıştır. Bernstein gibi Bernard Shaw, gibi pek çok sosyal demokrat sömürüyü desteklemişlerdir. Çünkü sosyal demokrasi bir paylaşım ideolojisidir. İşçi sınıfının kazanılandan daha çok pay alması için çalışır bu yüzden de azgelişmişlerin sömürülmesiyle elde edilen artı değerin kapitalist sınıfla paylaşılmasına karşı çıkmaz bunu destekler. Kuramsal temelde sosyal demokrasi ile Kemalizm arasında hiçbir benzerlik yoktur.

Oysa Kemalizm öncelikle emperyalizmi doğru olarak tanımlamıştır. Temel kriter olarak ulusal bağımsızlığı almıştır. Kemalizm azgelişmiş geri bıraktırılmış bir toplumun kapitalist ya da sosyalist yoldan kalkınamayacağını görmüştür. Karma ekonomik sistem ve Kemalist devletçilik işte bu anlayışın bir ürünüdür. Kemalizm sözde evrensel ideolojilerin karşısında ulusal bir seçenektir. Kemalizm ulusal bir ideoloji olmanın sonucu olarak temel yapı birimini de ulus devlet olarak belirlemiştir. Ulus devlet bir yandan da bu coğrafyada bağımsız ve barış içinde yaşayabilecek devlet ölçeğidir. Bu coğrafyada imparatorluklar, federasyonlar, ya da küçük devletçikler varlıklarını sürdüremez, emperyalist baskılara dayanamazlar.

Kemalizmin ulusal bir ideoloji; bir model olduğu yönünde Suna Kili şunları söylüyor. “Atatürk Devrim modeli anamalcı ya da Marksist gelişme modellerinin kopyası değildir. Kuşkusuz bu modellerden esinlenmiş, bunların toplum ve ülke koşullarına uyan, toplumun değişmesini sağlayacak olan yönlerini benimsemiştir. Devrimi oluşturan, devrim sürecinde alınan her karar, her uygulama her düşünce ulusal boyutlarda ele alınmış, ulusal çözümler olarak düşünülmüştür. Bu niteliği ile Atatürkçü gelişme yöntemi kendine özgü ulusal bir model olmuştur… Atatürk Devrimi her yönüyle ulusal bir devrimdir. Sınıfa dayalı devrim değildir. Atatürk bütün sınıfları, tüm ulusu içine alan, kavrayan bir kurtuluş, bağımsızlık eylemi oluşturmuştur. Gelişmekte olan ülkeler ekonomik nedenlerin en önemli olduğunu kabul etmelerine karşın, Marksist belirlenimciliği (determinizm) benimsememektedirler. Ulusçu görüşe göre siyasal güçler ekonomik denetlemeye yeterlidir ve devlet yok olup gitmeyecektir. Dadası yaşamın tinsel yönleri olduğu varsayımıyla marksist özdekçilik (materyalizm) reddedilmektedir. Marx’ın sınıf incelemesi yetersiz bulunmaktadır. Tarih proleter ve burjuva savaşımından daha çok konuyu içerir. Bir toplumda kırsal bölgede yaşayanlar, aydınlar, askerler de önemlidir….

Kemalizm evrensel ideolojileri reddederken onların temel argümanlarının da yanlışlığını ortaya koymuştur. Dünyadaki temel çelişkinin sınıflar arasında değil sömüren ve sömürülen ülkeler arasında olduğunu savunmuştur. Merkez – çevre kuramı olarak adlandırılan ve daha sonraki yıllarda azgelişmiş ülkelerin kalkınması için geliştirilen bu kuramı ilk sistemleştirenlerin de Kemalist Kadro hareketi olması önemlidir. Kemalizm ile merkez – çevre kuramı arasında bağlantıyı Emre Kongar; şöyle kuruyor. ”Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır. ve bunu nihayet getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Bu satırlar gerek merkez – çevre kuramının gerekse karşı emperyalist devrimi modelinin uygulayıcısı olan bir liderin bilincini eylem sırasındaki düşüncelerini göstermektedir. Yine Atatürk savaştan sonra 1933’te şunları söylemiştir. Şark’tan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vukuu bulacaktır. Bu milletler bütün güçlükler ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı egemen olacaktır. Bu sözler Türk Devrimi’nin liderinin merkez çevre kuramının devrim modelinin uygulaması sonundaki durumu paylaştığını gösteriyor. Gerçekten de Atatürk, Batı emperyalizmine karşı ilk başarılı sıcak savaşı vermiş bir lider olarak yukarıdaki sözlerine candan inanıyordu.” Yine Attila İlhan’da bu noktaya değiniyor. “Mustafa Kemal, ana çelişkiyi Türkiye’nin mazlum halkı ile emperyalizm arasında görüyordu. Böylece mazlum uluslarla emperyalizmler arasındaki çelişkiyi ön plana alıyordu.”

2- JEOPOLİTİK İDEOLOJİ:

Kemalizmin jeopolitik yönü çok güçlü bir ideoloji olması Mustafa Kemal’in büyük bir stratej olmasından kaynaklanır. Mustafa Kemal; emperyalizmin yani dünya ticaret oligarşisinin ulusal yapılanmaların kurulmasına engel olduğu bir coğrafyada ulusal ordu – ulusal ekonomi – ulusal kültür üçlüsüne dayalı bir ulusal devlet kurmayı başarmıştır. Mustafa Kemal; Bu coğrafyada emperyalizmin sömürüsüne karşı koyabilecek ve Osmanlı içinde hep ezilmiş Türk Milletini mutluluğa ulaştırabilecek tek sistemin bu olduğunu biliyordu.

İngiltere’nin bu bölge için planı, bölgeyi küçük küçük devletçiklere ayırıp sonra bu devletçikleri federasyonlar altında birleştirmek bu federasyonları da bir dörtlü konfederasyon altında toplamaktı. Bu amaçla İngiltere Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve Ön Asya’da (Anadolu) federasyonlar kurmak bunları da Sultan Halife altında bir dörtlü konfederasyon altında toplamaya çalışıyordu. Emperyalistlere göre bu yapı kesinlikle anti ulusal olmalı, ekonomik liberalizmi dışa bağımlılığı benimsemeli ve rejimi asla Cumhuriyet olmamalıydı. İngiltere’nin ve dünya ticaret oligarşisinin bu planı Sevr Antlaşması ile hayata geçmek üzereydi Anadolu’da bir Kürt, bir Ermeni, bir Pontus devleti kurulması yine Anadolu’dan Yunanistan, Fransa, İngiltere ve İtalya’ya topraklar verilmesi söz konusuydu.

İşte Mustafa Kemal bu büyük jeopolitik planı parçalamış ve Anadolu’da bir ulusal devlet kurmuştur. Çünkü başka bir modelle bu coğrafyada Türk Milleti’nin yaşaması mümkün değildi. Diğer iki önemli adım ise Türklerin uluslaşması ve Cumhuriyet rejiminin kabulüydü işte bunları sağlamanın ön koşulu Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti’ni kurmaktı.

Mustafa Kemal bölgenin jeopolitiğini çok iyi analiz etmişti. Bu bölgede ulusal yapıların işbirliği ile emperyalizme karşı konulabileceğini biliyordu. İşte bu yüzden Balkan ve Sadabat Paktlarını kurmuştu. Emperyalizmin bölgeye girmesine birlikte engel olabileceği Rusya’yı stratejik bir ortak olarak değerlendiriyordu. Ama öte yandan Rusya’nın Akdeniz’e inmek isteğinin ve Anadolu’yu sömürme isteğinin SSCB zamanında devam edeceğini de çok iyi biliyordu. Üstelik SSCB imparatorluğu bölgede ulus devlet aşamasına geçilmesine engel oluyordu. Yine Mustafa Kemal çok farklı dinsel ve etnik yapıların var olduğu bu bölgede antiemperyalist bir işbirliğinin ancak ulusal ve laik devletlerin bir araya gelmesi ile sağlanabileceğini de görüyordu. Bütün bunlardan Kemalist ideolojinin oluşumunda bölgenin ve dünyanın jeopolitiğinin etkili olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikası şu unsurlara dayanıyordu. Büyük komşu SSCB ile çatışmama politikasını uyguluyor ama bununla birlikte Orta Asya Türk ulusları ile ilişkileri geliştirme ve dahası SSCB’yi bir anlamda Türkiye ile iyi geçinmeye mecbur eden bir yaklaşımla İran ve Afganistan’la işbirliği yapıyordu. İran ve Afganistan Rusya’nın güneye inmesi önünde iki önemli engeldir. Bunun yanında Balkan Paktı ve Saadabat Paktı ile hem ülke savunmasını ülke toprakları dışında başlatmayı hem tarihsel olarak yakın ilişkilerimiz bulunan bu coğrafyada etkin olarak, kalıcı bir barış ortamı sağlamayı ve en önemlisi emperyalist dış güçleri bu bölgelerden uzak tutmayı amaçlıyordu. Bununla birlikte geniş anlamda dünya dengelerini iyi analiz ederek gerekli stratejik adımları atıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığını anlayan Mustafa Kemal dengeleri iyi kullanarak Hatay’ı Anavatan’a bağlamış yine Boğazlar üzerinde Türk Hakimiyetini kurmuştur.

Atatürk’ün ülke ve bölge jeopolitiğini göz önüne aldığı belirten Baki Öz şöyle devam ediyor. “Atatürk, çağı ve ulusların gelişmelerini özenle izliyor ve değerlendiriyordu. Artık uluslararası düzeyde İngiltere’yle Fransa’nın yerini Sovyetlerle Amerika alıyordu. İkisi de Önasya’yla yakından ilgileniyorlardı. İkisinin de Doğu Akdeniz ve Çevresi’ne yakın ilgileri vardı. Sıcak denizlere açılmak ikisinin de tarihsel misyonuydu. Gelişen iki süper devletin yarış alanı böylece Türkiye ve çevresi idi. Bu koşulları çok iyi değerlendiren Atatürk, Sovyetlerle 1925 dostluk antlaşmasını, Montrö Boğazlar sözleşmesini yaptı. ve Birleşmiş Milletlere girerek ülkesini güvence altına almaya çalıştı. Balkanlarda olsun Ortadoğu’da olsun güçlü dirençli, uluslararası gelişmeleri herhangi bir yana dayanmadan göğüsleyebilecek, gelişen savaş olasılıklarını bölgenin dışında tutabilecek güçte ve anlayışta bir devlet yoktu. Balkan ve Sadabad paktlarının yapılmasının nedeni buydu. Doğumuz ve batımızdaki devletleri bir pakt içerisinde toplamak, onları barış doğrultusunda yönlendirmek, bölgeyi savaş olasılığından korumak, bölgeye zarar vermeyecek bir dış siyasa yürütmelerini sağlamak.”

Aynı konuda Anıl Çeçen’in yorumu ise şöyle “Mustafa Kemal askerlikten gelme bir önder olduğu için askeri eğitimin temeli olan jeopolitik bilimin verilerini çok iyi biliyor ve bu bilinçle Türkiye’nin dünya haritasında bulunduğu konumu etkin biçimde değerlendiriyordu. Batı ile doğu, Avrupa ile Asya, Hıristiyan dünyası ile İslam dünyası arasında sıkışmış bir konumda bulunan Türkiye’nin gelecekte bağımsız bir ülke olarak varolabilmesi için hiçbir politika ya da ideolojinin izleyicisi olmaması gerektiğini biliyor, Türkiye’nin konumuna ve gerçeklerine göre yeni bir sentezci yaklaşım deniyordu. İşte onun bu özgün çıkışı daha sonraları Kemalizm kavramı ile tanımlanacaktı.”

Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli sınırlarının çevresinde de bir barış bölgesi yaratmak istediğini ve bu coğrafyadan emperyalist batılı güçleri uzak tutmak istediğini biliyoruz. Attila İlhan bu konuda şunları söylüyor. “Mustafa Kemal, Balkan Paktıyla batısını Saadabat Paktı’yla güneyini ve doğusunu güvence altına almış böylece hissettirmeden Osmanlı’nın eski toprakları üzerinde söz sahibi olmuştur”. Anıl Çeçen de şu yorumu yapıyor. “Her bölgenin Türk ve müslüman halkının bağımsızlığını elde etmesinden sonra oluşturulacak bir uluslararası birliğin Avrasya uluslarının bağımsız geleceği açısından zorunlu bulunduğuna inanmıştır. Bu doğrultuda eski Osmanlı ülkelerini bağımsızlık savaşı vermeye çağırmıştır. Arnavutları, Boşnakları Batı Trakyalıları kurtuluş savaşlarında desteklemiştir”

Bilal Şimşir de Mustafa Kemal’in Türkiye’de ortaya çıkmış olmasına vurgu yapıyor. “Bu bir raslantı değildir. Jeopolitik bakımdan Türkiye doğu ile batının Asya ile Avrupa’nın kesiştiği nokta demektir. Aynı zamanda Türkiye artık tarihe karışmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun metropolüydü ve bu özelliği dolayısıyla Batı’nın sömürgeleştirme stratejisinde merkezi bir yer tutuyordu. 1920’lerde Doğu – Batı çatışması Türkiye’de veya Anadolu’da düğümleniyordu artık. Batı stratejisinde Türkiye, Doğu’yu sömürgeleştirme yolunda aşılması gereken son engeldi. Tarihsel arenaydı 1920’ler Türkiye’si. Bu arenada tüm ezilen ulusların da geleceği az çok belirlenecekti. Böyle bir yerde böyle bir zamanda ortaya çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün, tüm ezilen uluslar için de bir umut ışığı olması doğaldı”.

Kemalizmin jeopolitik açıdan da değerlendirilmesi Türkiye’nin bugün karşı karşı olduğu sorunlara çözüm getirilmesinde önemli bir rol oynayacaktır.

3- LAİK – ELEŞTİREL AKILCI İDEOLOJİ:

Laiklik basit olarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır. Oysa laikliğin gerçek tanımı şudur. “Dünya ile ilgili olgulara, sorunlara, başta din, her türlü dogmadan bağımsız bakabilmek.” Bu tanımla laik devlet olur laik insan olmaz savı da çürütülmüş olur. Laik insan dünyevi olaylarda inandığı dini ön plana çıkarmadan aklın ve bilimin gereklerine göre hareket eden, inancını ancak belki bir moral değer olarak bu alana taşıyan insandır. Laikliği bu şekilde tanımladığımızda laik ve özgür düşüncenin, sorgulayıcı yaklaşımın; ilerlemenin, bilim ve teknoloji üretmenin de ön koşulu olduğunu görüyoruz.

Kemalizm bu alanda da kendisinden önceki iki büyük devrimden çok daha ileridedir. Fransız ihtilalinden sonra tam anlamıyla laik bir düzen kurulmamıştı. Pozitivizm yeni bir din olarak topluma benimsetilmeye çalışılmıştı. Yine Rusya’daki devrimden sonra SSCB’de yaşananlar çok ilginçtir. 1930’larda SSCB’de Darwin’in “Evrim Teorisi” ve Einstein’ın “Görelilik Teoremi” diyalektik materyalizme aykırı oldukları için suçlanmış hatta yasaklanmıştır. Yani sosyalist devrimciler tamamen doğa olayları ile ilgili üstelik gözlem ve hatta deneylere dayanan bu kuramları kendi (marksizm) dinlerine uygun olmadığı için reddetmişlerdir. Marksizm de aslında bir dindir ve buna körü körüne bağlı insanların ve toplulukların laik olduğunu söylemek mümkün değildir.

Oysa 1930’larda Kemalist Türkiye’de Darwin’in teorisi ders kitaplarında okutulmuş Reichenbach gibi felsefeciler Einstein’ın teorisiyle ilgili seminerler vermişlerdir. Kemalizm; dini ve her türlü dogmayı toplumsal hayatın dışına çıkarıp bunları bireysel alana çekmiştir. Yani İslamın yada başka bir dinin yerine laiklik dini getirmemiş ama insanların dünya ile ilgili olgulara akıl ve bilimle bakmalarını sağlamaya çalışmıştır. Kemalist eğitim sistemi, Köy Enstitüleri hep bunu sağlamaya çalışmıştır.

Laikliğin yanı sıra Mustafa Kemal’in düşünce yöntemi ve düşünce sistemine baktığımızda da günümüzün bilimsel anlayışı ile büyük paralellikler gösterdiğini görüyoruz. Doğa bilimlerini referans alarak baktığımızda bugün artık diyalektik materyalizmin ya da tarihsel determinizmin bilimsel olduğunu savunmak mümkün değildir. Bu düşünce yapılarının bilim karşıtı ya da tamamıyla anlamsız oldukları bugün bilim çevrelerince kabul görmektedir. Oysa Mustafa Kemal’in eleştirel akılcı düşünce sistemi bugün bilimsel olarak kabul edilen tek normdur. Kemalizm Türkiye’de pek çok yazarın doğa bilimlerine uzak salt sosyal bilimci mantığı ile ortaya attıkları iddianın aksine pozitivist değil eleştirel akılcıdır. Pozitivizm temelde doğrulamacı bir mantığa dayanırken eleştirel akılcılık doğa bilimlerinde kullanılan bir yöntem olarak yanlışlamaya dayanır. Düşünce alanındaki en ilerici ideoloji olan Kemalizmin eleştirel akılcı yönünü. Celal Şengör şöyle anlatıyor. “Atatürk’ün Nutuk adlı önemli eserinin incelenmesi göstermektedir ki, O, karşısında bulduğu büyüklü küçüklü problemlere bir doğa bilimcisinin yaklaşma tarzıyla yaklaşmış, önce problemi tanımaya ve tanımlamaya çalışmış, sonra onu çözmek için o ana kadar yapılan teklifleri eleştirel bir gözle elden geçirmiş, bu bilgi üzerine kendisi bir çözüm önermiş, bu öneriyi tatbik sahasına koymuş, dolayısıyla sınamış, bu tatbikattan elde edilen veriler çözüm önerisiyle çelişiyorsa, o çözümü kesinlikle ve hızla terk ederek yeni bir çözüm önerisi geliştirmiş ve bu sefer onu denemeye başlamıştır. Bu bilimden de günlük hayattan da bildiğimiz deneme yanılma yöntemidir ve 20. yüzyılda modern bilim felsefesi ve bilim tarihi, bilimin bundan başka herhangi bir metodunun bu güne kadar olmadığını ve bundan sonra olabilmesi için de şimdilik görünürde hiçbir işaret olmadığını göstermiştir. Mustafa Kemal’in kafasında yalnız askerlik bilimi değil tüm yaşam problem teşhisi ve problem çözümü halkalarından oluşan sürekli bir zincirdi. Bu zinciri herhangi bir yerde kesmeyi öngören her türlü doktrin O’nun düşüncesine tamamen yabancıydı. Mustafa Kemal, modern fen bilimlerinin genel bilim anlayışına ve felsefesine büyük ölçüde yirminci yüzyılda açık olarak soktuğu varsayım üretme – varsayımı gözlemle sınama – sınav ışığında eski varsayımı yanlışlayarak terk etme ve yeni varsayım üretme – yeni varsayım üretme – yeni varsayımı gözlemle sınama yöntemini hem kuramsal düşünceleriyle hem de bizzat icraatıyla sosyal bilimlere taşımıştı. Bu yüzden, modern fen bilimi öncesi son gerçeğin bulunabileceğini ve bulunduğunun farkına varılabileceğini zanneden tüm dogmatik görüşlere – ki bunlara her türlü dinsel inançla beraber Marksizm ve nasyonel sosyalizm gibi yirminci yüzyılda çok etkin olmuş, hatta denilebilir ki bu yüzyıla damgasını vurmuş doktrinler de dahildir – sırtını çevirmişti. Atatürk’ün bilim hatta yaşam felsefesi Einstein’den Jacques Monod’ya kadar uzanan yüzyılımızın bir sıra büyük fen bilimcisinin kendilerine yakıştırdıkları ve bütün zamanların en büyük bilim felsefecisi diye bilinen Sir Karl R. Popper’in tanımladığı şekliyle eleştirel akılcılıktı”.

4- HALKÇI – DEVLETÇİ İDEOLOJİ:

Kemalizmin çok önemli bir özelliği de halkçı olmasıdır. İdeolojiler toplum içinde kimden yana olduklarına göre de ayrılabilirler. Nitekim Kemalizm dışındaki iki önemli ideoloji kapitalizm ve sosyalizm sınıfsal ideolojilerdir. Kemalizm ise sınıfsal değil ulusal bir ideolojidir ve mesleki örgütlenmeye, toplumsal dayanışmaya önem vermiştir.

Kemalizm ulusal bir ideolojidir çünkü emperyalizm karşısında sömürülmüş bir ulusun kurtuluşunu hedeflemektedir. Mazlum, proleter bir milletin ideolojisidir. Bu yüzden ulusaldır. Ama öte yandan bu ulus tanımı içine yalnızca çalışanlar, üretenler girmiştir. Mustafa Kemal açıkça çalışmayanların rantçıların bizim cemiyetimizde işi yoktur demiştir. Kemalizm ulusal bir ideoloji olmakla birlikte toplum içinde önceliği, çalışan, emekçi kesimlere vermiştir. Köylü, işçi hep önemli bir yer tutmuş, dengeli kalkınma adaletli gelir bölüşümü hedeflenmiştir. İşte Kemalist devletçilik anlayışı, eğitim, sağlık, sosyal güvence gibi alanlardaki Kemalist politikalar, bunların devletin temel görevleri olarak belirlenmesi hep Kemalizmin halkçı yanını gösterir. Kemalizmin ekonomi modeli karma bir yapıdaydı, mülkiyetin özel ya da devlette olması ideolojik bir tercih değildi. Ama bunun yanında devletin ekonomik hayattaki etkinliği ulusal çıkarları ve geniş halk kesimlerinin yararını gözeten bir etkendi. Kemalizm ekonomiyi ideolojik değil teknik bir konu olarak değerlendiriyordu. Ulaşılmak istenen toplum modeline giden yolda bu teknik etkinliğin önemi ise tartışılmaz. Kemalist devletçilik, özel mülkiyeti yasaklamaz ama tekelciliğe, özel sermayenin toplum üzerinde baskı kurmasına özellikle de özel sermayenin yabancı sermaye ile işbirliği halinde ülke insanını sömürmesine kesinlikle izin vermez. Kemalist devletçilik, küçük özel sermayenin kolektif üretimle daha verimli olması için de kooperatifçilik gibi merkez köyler gibi sistemler geliştirmiş, feodalizmi yıkmak için Köy Enstitülerine ayrı bir önem vermiş, toprak reformunu hedeflemiştir. Bütün bunlar Kemalizmin halkçı bir ideoloji olduğunu gösterir.

Kemalist ekonomi modelinin diğer modellerden farkını Yaşar Aksoy Atatürk’e dayanarak şöyle koyuyor. “Atatürk 1936’da yaptığı açıklamada devletçilik konusunda en belirgin görüşlerini ileri sürmektedir. Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm nazariyelerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye vatanında asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılmış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi; ve görüldüğü gibi kısa bir zaman da yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz yol görüldüğü gibi liberalizmden de başka bir sistemdir. Atatürk’ün geliştirdiği, Atatürkçü kalkınma modelindeki plan ve planda devletin yeri başlı başına, azgelişmiş ülkelere model olabilecek bulguları kapsamaktadır. Atatürk’ün hızlı planlı kalkınma stratejisi ve sanayileşme yöntemi, bu açıdan orijinaldir ve ilgi çekicidir”

Mustafa Kemal’in ekonomi görüşünde kooperatifçilik olarak ortaya çıkan düşüncenin temelinde küçük sermaye ve toprak sahibinin örgütlenerek ekonomik hayata katılması yatıyordu. Devletin bütün mülkiyete sahip olduğu bir sistemin verimli olmasının mümkün olmadığı böyle bir sistemin insanın üretme, yaratma gücünü ve isteğini örseleyeceği açıktı. Bununla birlikte dengeli ve halkçı bir kalkınma için sermayenin büyük ellerde tekel olarak birikmesi ülke içinde ulusal dayanışmaya zarar verebilir, büyük halk kesimlerinin sömürülmesine yol açabilirdi. Herkesin kendi çıkarlarını düşünmesi ve bu yolda çalışmasıyla toplumsal yararın artacağına ilişkin düşüncenin tutarsızlığı ise açıktı. Özel mülkiyetin kolektif üretimi sistemi ve bunun uygulaması olan kooperatifçilik siyasal ve düşünsel anlamda bir üçüncü yol olan Kemalist ideolojinin ekonomi alanındaki temel yaklaşımını belirler. Kemalizm ve kooperatifçilik ile ilgili Ziya Gökalp Mülayim; şunları söylüyor. “Atatürk döneminde devlet yönetiminin felsefe ve ilkelerini en açık biçimde yansıtan o zamanki tek partinin 1935 programında da kooperatifçilik, ekonomik yaşam içinde önem taşıyan bir unsur olarak ele alınmıştır. 1935 yılında İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebinde ders kitabı olarak okutulan bir kitapta. Ne liberal ne de komünist olan Kamalizmin en tabii ve makul ekonomik rejimi yalnız ve yalnız kooperatifçiliktir denilmesi, o yıllarda kuram ve uygulamalarda Atatürkçülüğün önemli ilkelerinden birisi olarak kooperatifçiliğin kabul edildiğini göstermektedir.”

Mustafa Kemal’in halkçılık anlayışı ile ilgili olarak Orhan Türkdoğan’nın düşüncelerine bakabiliriz. Atatürk’ün sözlerini ele alarak şöyle yorumluyor. “İlmi içtimai noktalarından bizim hükümeti ifade etmek gerekirse halk hükümeti deriz. Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbabı sayiz (emekçi), zavallı bir halkız. Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak ve yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Binaenaleyh her birimizin hakkı vardır. Salâhiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde bu hakkı iktisab ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını sayden muarra geçirmek isteyen insanların bizim heyeti içtimaiyemiz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O halde ifade ediniz efendiler! Halkçılık, nizami içtimaisini sayine, hukukuna istinat ettirmek isteyen bir mektebi içtimaidir. Efendiler! Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurabilmek için bütünlüğümüzce, milli kültürümüzce, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yıkmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız…. Hükümetimizin istinat ettiği esasın ilmi içtimaiye müstenit bir esas olduğunu bariz bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz.

Görülüyor ki Kemalizmin fert devlet ilişkisi ne Batı ne Doğu modeline dayanmayan sadece sosyal bilim gerçeğinden hareket eden “biz bize benzeme” ilkelerini kapsamaktadır. Bu yüzden sistemi baştan sona kadar tutarlı ve dışındaki gerçekle bağlantılıdır. Zaten Mustafa Kemal hayatla ilişkisini kesen, göstermelik her türlü sistemden nefret ediyordu. Kemalizm, köklerini Türk tarihi ve Türk toplumunun gerçeklerinden alan ve milliyetçi bir hareket içinde oluşan Türke özgü bir kalkınma modelidir. Hayalci ve fanteziye dayanmadığı için devletçilik, inkılapçılık, milliyetçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik ve laiklik görüşlerinden bugün için hiçbir şey kaybetmemiştir. Bağımsızlığını kazanmış birçok ülkelerde Kemalist model ve bu modelin kurucusunun önderlik ettiği bir dönemde bizim ithal malı öğretiler peşinde enerjimizi tüketmemiz sisteme olan yabancılaşmanın tipik bir örneğini teşkil eder. Devleti bir kenara iten ve bütün hakları ferde veren liberal ekonomik sistem ile, devleti ferdin üstünde tutan sosyalizm ideolojisi elbette ki Mustafa Kemal tarafından benimsenemezdi. O Türk toplumunun gerçeklerine ve tarihsel gelişimine en uygun modelin fert devlet arasındaki bütünleşme olacağına çoktan inanmıştı.”

Kemalizm sınıfların varlığını reddetmemekle birlikte onların uyum içinde bir arada varolabileceği ulusal bir sistemi hedeflemiştir. Bu sistemi kurarken de sosyal devlet uygulaması ile oluşabilecek eşitsizlikleri azaltmayı hedeflemiştir.

5- ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ İÇİN MODEL

Kemalizmin neden ulusal bir ideoloji olduğunu ve evrensel oldukları iddiasındaki emperyalist ideolojilerden farkını ortaya koyduk. Kemalizm bu ulusal yapısına rağmen diğer azgelişmiş sömürülen ülkeler için de bir yol gösterici olmuştur. Bu yol göstericiliği öncelikle ulusal kurtuluş savaşlarının verilmesi alanında tüm doğulu sömürülen ülkelere bir umut ışığı olmuş, Doğulu pek çok halk batılı güçlü emperyalist orduları yenebileceklerine inanmışlardır. Kemalizmin bu ülkelerdeki daha önemli etkisi ise onlara kendi kaynaklarına dayalı, ulusal bir kalkınma yolunu önermiş olması ve doğru bir ulusçuluk\milliyetçilik tanımı ile birlikte bu ülkelerin kendi koşullarına uyabilecek ve gelişmenin aydınlanmanın ön koşulu olan laik devlet ve düşünce modelini ortaya koymasıdır. İşte üçüncü dünya ülkelerine model olması Kemalizmin bir anlamda evrensel (ki aslında bu söz yanlış ve yerine dünyasalı kullanmak daha doğru olur) yönünü teşkil eder. Kemalizmin diğer azgelişmiş ülkelere bir model önermesi tüm dünyanın Kemalist olması gibi bir iddiayı taşımaz. Hatta Kemalizm gerçekçiliği ve ütopik düşüncelerden uzak yapısı ile geleceğin dünyasının da nasıl olacağı konusunda bilimsellikten uzak vaazlar vermez. Ama tüm bütün bunlara rağmen Atatürk’ün sözlerinde ifadesini bulduğu gibi mazlum devlerin emperyalistleri yenecekleri ve dünyanın bağımsız ulusal devletlerin karşılıklı saygıya dayanan bir düzene ulaşacağı öngörüsü ve temennisini açıkça ortaya koyar. Diğer ülkelere Kemalizm ihraç etmek gibi bilimsellikten uzak bir düşünceye hiç rağbet etmeden o ülkelerinde kendi ulusal bağımsızlıkçı ve laik yollarını, modellerini yani bir anlamda kendi koşullarına uygun Kemalizmlerini oluşturmalarını diler.

Kemalizmin evrensel boyutu ile ilgili François Georgeon şunları söylüyor. “1929 buhranından birkaç yıl sonra Kadro hareketine bağlı bir grup aydın, Türkiye’nin dışarıdaki misyonunu farklı biçimde yorumladı. Enternasyonalizm ruhu ile yoğrulmuş bu eski komünistler, Türk devriminin dünya çapında bir önem taşıdığını, yayılmasının bizatihi Türkiye için bir zorunluluk olduğunu devletçiliğe dayandığı için komünizm ile kapitalizm arasında bir üçüncü yol olabileceğini ve kuruluş yolundaki ülkeler için bir model oluşturduğunu söylüyorlardı. Bununla birlikte Kadro hareketi 1934’de resmen gözden düştü ve önerdiği propaganda çabasına hiçbir zaman girişilmedi. Kemalist enternasyonal olmayacaktı.”

Atatürk’ün merkez çevreci bakış açısına daha önce değinmiştik şimdi onun sömürülen üçüncü dünya ülkelerine yönelik düşüncelerini Cavit Orhan Tütengil’in yorumuyla inceleyelim. “Atatürk’ün konuşmalarında mazlum milletler sözünü ilk defa kullanışı 3 Ocak 1922’dedir. Atatürk’ün mazlum milletler sözüyle dile getirdiği tarihsel gerçek günümüzde yaygınlıkla azgelişmiş ülkeler veya üçüncü dünya gibi terimlerle anlatılmağa çalışılan büyük dünya sorununun göbek adıdır. Böylece Atatürk eylemde olduğu kadar düşüncede de bir çığır açıcı olarak dünya sahnesine çıkmaktadır. Türk Devrimini, Fransız Devrimi kadar önemli ve etkili sayanlar vardır. Gerçekten başta Müslüman ülkeler olmak üzere Asya ve Afrika ulusları siyasal bağımsızlıklarını elde edebilmek için savaşmak ve toplumu yenileştirmek zorunluluğunu büyük ölçüde Türklerden öğrenmişlerdir.”

ÜÇÜNCÜ YOL KEMALİZM:

Bütün bu anlattıklarımıza bakıldığında her şeyden önce Kemalizmin; azgelişmiş ülkelerin sömürülmesini destekleyen kapitalizm ve sosyalizmin dışında ve bunların karşısında bir üçüncü yol olduğunu söyleyebiliriz. Kemalizm, azgelişmiş bir ülkede ulusal bağımsızlığı ve dengeli kalkınmayı bir arada gerçekleştirmeyi hedeflemiş ulusal – halkçı bir ideolojidir. Düşünce sistemi ve kullandığı yöntem de diğerlerinden çok ileridedir. Kemalizm bir ideolojinin taşıması gereken özellikleri sağlamanın yanında ideolojilerin kötü yanları olan dogmatizm ve ütopizmden de uzaktır. Emperyalist kapitalist sistemin yeryüzündeki gerçek alternatifi Kemalist üçüncü yoldur. Her ulus kapitalist ve sosyalist baskılardan kurtulup kendi üçüncü yolunu geliştirmelidir. Bunu yaparken bakacakları model de Kemalist İdeolojidir.

Kemalizmin Anadolu’ya ve Türk ulusuna özgün yönleri olduğu da göz önünde tutulmalıdır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk inançları Anadolu Müslümanlığının oluşumunu da derinden etkilemiş böylece laik bir sistemin halk tarafından benimsenmesi de kolay olmuştur. Şimdi son olarak Kemalizmin kendi doğduğu koşullara özgün farklı bir ideoloji olduğuna dair görüşlere bakalım. Erol Mütercimler konuyu şöyle ele alıyor. “Kemalizm bazı çevreler tarafından ideoloji olarak kabul edilmediği gibi, küçümsenir de. İdeolojilerin belli kalıpları yoktur; devrimlerin de yoktur. Her ülke ya da ülke gruplarında gerçekleştirilen devrimler birbirlerinden farklı, özgün koşullar taşırlar. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Kemalizmin Anadolu gibi kozmopolit, çok farklı tarihi, kültürel ve sosyal nitelikler taşıyan bir coğrafi bölgede, klasik tanımlamalı ideolojilerden ayrılan yanlarının olması da doğaldır”. Ahmet Taner Kışlalı ise Kemalizmin kalkınma uğruna demokrasiyi ertelemediğini ortaya koyuyor. “Atatürk’ün bir devrimci olarak üstünlüğü hiçbir zaman demokrasiyi ertelememiş olmasıdır. İdeolojisi demokrasi ile bütünleşmiş, kalkınma hakça toplum ve demokrasiyi bir bütün olarak düşünmüştür. Kemalizm üçüncü bir ideolojidir. Yani ekonomik kalkınmayı toplumsal kalkınmayı siyasal dönüşümü değişimi birbirinden ayrı parçalar olarak düşünmeyen üçüncü bir ideoloji olarak ortaya çıkıyor.” İsmet Giritli ise Kemalizmin farklı bir ideoloji olduğunu dile getiriyor. “Kemalizmi reddedenlerden bir bölümü ideolojilerin dogmatik olmasının gerekmediğini ya farkında değiller ya da bunu açıklamak istemiyorlar. Çünkü bir yaşam biçimi olarak düşünülebilecek pragmatik ve demokratik ideolojiler bulunmaktadır. Bunların arasında Kemalizm’in belirgin bir yeri vardır. Kemalizm bir modernleşme ideolojisi olarak kabul edilmelidir. Gerçekten de bazı tanınmış siyasal bilimciler bunun milliyetçiliğin modernleştirilmesinde ilk örnek olduğunu savunurlar. Şu anda gelişmekte olan ülkelerde bu en yaygın ideolojidir. Günümüzde ulusal gelişim ve sanayileşme üzerinde odaklanmış olan milliyetçiliğin modernleşmesi anlayışı, Marksizm, Marksizm-Leninizm ve nasyonal sosyalizm gibi katı ideolojilerin tam karşıtı olarak durmaktadır. Bu anlayış laiklik gerçekçilik, deneysel rasyonalizm ve milliyetçilik arasında yer alan esnek bir yaklaşımdır.” Daha önce de belirttiğimiz gibi Kemalizmin diğer ideolojilerden en büyük farkı onlar 19. yüzyılın spekülatif felsefi düşüncesini temel alırken Kemalizmin 20. yüzyılın doğa bilimlerini referans almasıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu