Kaderi yanlış yorumlamanın nedenleri nedir?

Kaderi yanlış yorumlamanın nedenleri nedir?
KADER VE KENDİNİ BELİRLEME
“Kader, senin peşindeyim! Eğer peşinde olamayacaksam, içim yansın!
-NIETZSCHE
Ayrılma ve suç problemi, son analizde, tümümüzde yaratık ve yaratıcı arasında mevcut olan, kendini nevrotik tipte bir etik istem-suç problemi olarak gösteren iç çelişki şeklinde görünmüştü. Analitik durum, yaygın deneyimde doğrulandığını gördüğümüz şeyi, bireyin kendisi için sorumlu olmayı istemediği, bir bağımsızlık ve kendine-itimat meselesi ortaya çıktığında, kaderin rolünü bir “diğeri”nin oynar kılındığını gözümüzün önüne sermektedir.

Bu, aynı zamanda, terapistin de oynadığı ve önüne geçilemeyecek bir durumdur, çünkü, hasta yardım almak için gelmeye karar verdiğinde, kendi istem çelişkisinde, öne sürülmesi için terapistin moral haklı çıkarmasına ihtiyaç duyduğu bir şeyi belirgin biçimde istediği belirli bir noktaya erişmiştir. Sonuç olarak, terapi yoluyla ulaşmayı istediği amaç olarak sunduğu şey, büyük bölümüyle sahiden istediği şey değildir ya da en azından bilhassa istediği şey değildir, çünkü hala istemi inkar etmesi ve istemi terapik deneyimin içeriği yoluyla haklı çıkarması gerekmektedir. Belirli bir düzeye kadar, kendini belirleme kapasitesi olmadan kendini belirleme istemine sahiptir ve bu yüzden, bu kapasiteyi kendi yarattığı bir deneyim vasıtasıyla kader terimleriyle, cinsinden motive etmek zorundadır. O halde, terapik faktör, istediği kendini belirlemeyi ona bahşetmekle kalmayan, fakat bunu onun üzerine kader gibi zorlayan objeyi, kendisi için arama ve yaratmanın iyileştirici etkisidir. Terapistin yapıcı katkısı bu eğilimler ve motivasyonların hastanın kendi istem çelişkisine geri izlenmesidir, böylece, terapist, sadece, bireyin kaderin gücü olarak kendisinin dışına koymaya çalıştığı, egoya, evet, egonun kendisinin haklı çıkarıcı ve onaylayıcı kısmına bir yolu temsil etmektedir.
Her çeşitten terapik yardımcının kişisinde, sadece, yaşama göre daha gerçek (real) bir şekilde, ideası belki de biyolojik varoluşumuza dayanan, kaderin gücü denen şey kişileşmiş olmaktadır; her durumda, bu kaderin gücü, psişik-spiritüel anlamda, hangi biçimde göründüğünün önemi olmadan, Tanrı ideasına ilişkilendiren bir yansıtma fenomenini temsil etmekte ve özerk kendini belirleyişi için kader ideasının insanlık tarihinde oynadığı muazzam rolden daha iyi belki hiçbir kanıtın olmadığı istemimiz için sorumluluğu üzerine almak için kullanılmaktadır. Herhangi bir çeşit terapik deneyimde, birey, kendisinin yaratık olarak yaratıcı suçunun yükünden kurtulmak amacıyla, kader-yaratıcı istemini diğerinin üzerine yansıtmaktadır. Kendini insanlaştırmak için kendini tanrılıktan kurtarması gerekmektedir. Kopuşun yapıcı deneyiminde, analitik durumda iki rol halinde bölünmüş olan istem probleminin birleştirilmesi gerekecektir, çünkü, birey kendinin yaratıcı rolünü ve kader-yaratan istemini üstüne alacağı ve onaylayacağı bir konuma yerleştirilmiştir. Nevrozun kendisi bile kendinin yarattığı bir şeydir, istemin güçsüzlüğünü itiraf-etme yerine, kendi düşüşünü, çöküşünü, yıkılışını yaratacak bir dışa-vurumudur. Bu anlamda, nevroz bireysel kendini belirlemeyse de, kendini, bağımsız kılmada değil, kader olmada göstermektedir. Nevroz, bireyin kendini yaratmasıdır, fakat, bu kendini yaratma, yaratmanın özgürlüğünde değil, kaderin zorlayıcı biçiminde olmaktadır. Nevrozda, birey aynı zamanda yaratıcı ve yaratıktır, sadece, istemin yaratıcı dışa-vurumu, yaratıcı rolünün inkarına dayanan negatif bir dışa-vurumdur.
Terapik deneyimde, birey, yaratıcı rolünü diğerinde kişileştiren yaratık olmakla kalmamakta, fakat, sürecin, özellikle ayrılma deneyiminin akışında, yaratıcı rolünü kendi üzerinde denemek yerine terapist üzerinde uygulamaya çalışan yaratıcı haline gelmektedir. Terapistin de, kaderi oynamayı çalışmaya ya da hastanın tanrılaştırma eğilimi ile onu büyük memnuniyetle baştan çıkaracağı ve her şekilde konumunun eğilim gösterdiği şeyleri yapmaya karşı korumak olması gerekmektedir. Diğer yandan, hasta, terapisti kendi kaderi kıldığından, terapistin kendisi ile kaderi oynamaya kolaylıkla hazırdır. Terapisti dönüştürdüğü farklı rollerin tümü gerçekte bir kader oyununa karşı gelmektedirler; oysa böyle bir oyun, diğerini kendi geçmişinin (ya da şu anının) bir parçasının temsilcisi yaparak, istemin yaratıcı eğilimi olarak burada net bir şekilde kendine ihanet etmektedir. Ancak, diğeri ile bu kaderi oynama ayrılma deneyiminde, kendini ondan yaratık olarak özgürleştirmek amacıyla, terapisti, anne-baba gibi ya da ilahi bir yaratıcı rolüne yükseltir.
“Doğum Travması”nda hali hazırda bir teselli mekanizması olarak tasvir ettiğim ve burada istem dışa-vurumu olarak tanıdığım, geçmiş olan vasıtasıyla aynı yapıcı sunum şeklidir. Birey, şu-anın acısını hissetmek yerine, halihazırda alt edilmiş ayrılmayı hatırlayarak kendini rahatlatır, teselli ederse de bunu haklı olarak, doğru biçimde yapar, çünkü kopmanın acısı, yaratıcı ve yaratık tarafıdan farklı şekilde yorumlansa bile, sadece ayrılmak için yapıcı isteme karşı suç reaksiyonudur; bu yorum, yaratık tarafından zorlayıcı kader şeklinde, yaratıcı tarafından, özgür kendini belirleme şeklinde yapılmaktadır.
Artık şimdi, istem çelişkisinin farklı yanlarını onun terimleriyle özetleyebileceğimiz bir kontrast şeklinde, kendini belirleme ve kader-olarak, kader yapma ve kader olma (kaderi olma, kadere dayanma, kaderi izleme) arasındaki ayrım olarak ya da yaratıcı ve yaratık problemi olarak peçesini bize kaldırmış olan ayrılma ve suç problemini tanımlayabiliriz. Geçmiş, benzerlik, kuvvet ve suç, kadere karşı gelmektedir; oysa, şu-an, farklılık, sevgi ve ayrılma kendini belirlemeye karşı gelmektedir. İkinciler (şu-an, farklılık, sevgi ve ayrılma), bireysel deneyimin özgürlüğüne dayanan istem fenomenleridir; birinciler (geçmiş, benzerlik, kuvvet ve suç) ise, arzu edilen, ancak inkar edilen, bireysel egodan daha kuvvetli güçlere bağımlılığa dayanan negatif istem fenomenleridir. Kader yapma, kader olma gibi, psikolojik açıdan, pozitif ve negatif doğası olan istem fenomenleridir. Diğerlerini bize bağımlı kılma ve bizi diğerlerine bağımlı kılma eğilimlerine sahiptirler ve kendilerini, iç istem-suç çelişkisinin görünümleri olarak yaratıcı tipte ve bu tipin negatif karşılığı olan nevrotikte gösterirler. Yaratıcı insan her şeyin başında kendisi yaratırken, bu yüzden yaratıcı isteminde bağımsızlığı amaçlarken, nevrotik kendini yok eder, bu yüzden, yaratıcı isteminde bağımsızlığı amaçlarken, nevrotik kendini yok eder, bu yüzden, yaratıcı istemini inkar etmek ve kendini yaratık olarak temsil etmekle kalmaz, fakat, kendini yaratık olarak bile inkar eder. Freudcu analizin Oedipus ideolojisinin onu götürdüğü şekilde, kendini sadece yaratık olarak onayladığı sürece bu inkar terapik bir şekilde kaldırılamaz, bu inkar sadece onun kendini yaratıcı olarak tasdik etmesi halinde terapik şekilde kaldırılabilecektir. Bu durum, sadece, hastanın, yeni uyanmış yaratıcı istemini, kendisine ve kendi kaderine uygulamasından önce, ilk olarak terapist üzerinde denemeyi istediği, ayrılma deneyiminin yapıcı kurtuluşu cinsinden mümkün olmaktadır. O halde, yaratıcı benliğin bu dışa-vurumları, kendilerini bu terimler cinsinden gösterseler bile direnç olarak yorumlanmayabilecektir, ne de insanın kendini yaratma arzusu babaya karşı isyan olarak yorumlanabilecek, ve kadındaki aynı istem reaksiyonu “maskülinite kompleksi” diye yorumlanabilecektir.
Terapik deneyimin kendine ait öz-niteliği, hem hastanın hem terapistin aynı zamanda hem yaratıcı hem yaratık oluşlarıdır. Hasta sadece yaratık olmayabilir, aynı zamanda yaratıcı da olmaktadır; terapistse sadece yaratıcı rolünü oynamaz, fakat, aynı zamanda, hastanın yaratıcı istemine malzeme olarak hizmet etmelidir. Bu durum herhangi bir şekilde otomatik olarak cereyan eder ve terapik deneyimi sıradan deneyimdeki şekilde önüne geçilemez bir biçimde izler. Terapist ve hasta ortak bir şey yaratmışlardır, bu ortak şeyin paylaşımından feragat etmeleri, vazgeçmeleri gerekir; bunun nedeni, belki de sadece terapik durumun kendisinin etik talepleri değil, fakat, mutlak bir şekilde konuşulursa, bireyin kendisi tarafıdan yaratılanı, bu ister anne-babası ile, ister anne-babasının çocukları ile ya da isterse de bir spiritüel-yaratıcı anlamda eser, çalışma ile ilgili olsun, saklaması ya da sahip olmasına izin vermeyen etik taleptir; ve bu etik talep, her şeyin üstünde, sadece etik ideali sembolize eden bir tabu ya da sadece etik ideali rasyonalize eden gerçek (real) motivler üzerinde değil, etik ideal üzerinde hüküm sürmektedir: birey, kendini üründen ve ürünü kendinden tümüyle ayıracaktır. Ürünü egonun bir parçası olarak saklama eğilimi ne kadar kuvvetli olursa olsun, eserin yaratıcıya ait olduğu şekilde, bir şey egoya ne kadar çok ait olursa olsun, istem için artık bir sebep, teşvik, tahrik teşkil etmez ve istem yeni fetihlere döner. Bu, aynı zamanda, terapik deneyimdeki, ayrılma zamanının geldiği anı, kader ve kendini belirleme arasındaki kritik anı da anlatır.
Kader ve kendini belirleme, psikolojik açıdan, bireyin istem-suç problemine karşı iki farklı tututm modeline karşı gelmektedir. Kader, nedensel kuvvettir, kendini-belirleme ise, istemin etik özgürlüğüdür. Psişik olana uygulanan nedensellik ilkesi, zorunlu bir şekilde, Nietzsche’nin haz ilkesi terimleriyle “ewige Wiederkehr der Gleichen” (the eternal recurrence of the same) (aynı olanın ebedi kendini tekrar edişi) diye ve Freud’un “Haz İlkesinin Ötesinde”de tekrarlanma zorgusu diye anlatmış olduğu bir kuvvetin kabulüne yol açar.
Psişik yaşamda hüküm süren yegane kuvvet, nedenselliğin psişik temsilcisi olan istemin kuvvetidir. Ancak, bu istem ilkesinin etik kendini gösterimleri, nedensellik ve kuvvetin zıttını temsil ederler, yani, özgürlük ve kendini belirlemeyi temsil ederler. Kendini tekrarlayan şey ya da Nietzsche’nin söylediği gibi, ebedi olarak tekrarlanan şey sadece isteme’dir. (willing), bu istemenin özgürlüğünü, insan bile, belirli bir inkar seviyesinde, ister bir dini, kaderci ya da bilimsel yorumla ilişkili olsun, kader olarak yorumlamaktadır. Başka bir yerde gösterdiğim gibi [ Bkz. “Hakikat ve Gerçeklik”te, “Yaratma ve Suç” bölümü.], psikolojik seviyeye en yakın, bireyi kaderinden, yani istemesinden sorumlu kılan Yunan deha efsanelerinin heroik yorumlanışı gelmektedir. Heroik ya da yaratıcı tipin de istemin özgürlüğünü kader olarak yorumladığı doğrudur, fakat bu kaderi kendisinin seçtiği kader olarak yorumlar ve istemi, doğruladığı, tasdik ettiği için kuvveti özgürlüğe yer değiştirir. Nevrotik, yıkıcı tip ise, inkar eğiliminden ötürü, istem özgürlüğünü kaderin zorlaması olarak yorumlamakta ve ona karşı-istem ve suç duygusu ile tepki vermektedir.
İstem inkarının istemin tasdikine, onayına dönüştürüldüğü terapik deneyimde, hastanın, başka bir yerde, kaderin zorlaması diye yorumlayacağı ve ya daha kuvvetli istemli bir başka kişide gerçek olarak(really) yorumlayacağı ya da bir gerçek-dışı güç olarak sembolize edeceği, kendi istem nedenselliğini tanımasında, “kader zinciri” ismi verilen bir durum görünebilmektedir. Bu haliyle, gerçeklik probleminin isteme bağlı olduğu ya da daha çok, bireyin isteme karşı tutumuna bağlı olduğu görülmektedir. Gerçeklik kader olarak göründüğünde, birey tarafından suç-istem çelişkisinin hizmetinde yaratılmış olarak görülmektedir. Bu mukadder gerçeklik, sadece istemin iç kuvvetini sembolize eden dış kuvvet olarak etkili olmakla kalmamakta, fakat, bir yaratı olarak, bireyin bir ürünü olarak bir kurtulma şeklinde etkimektedir. Çoğu nevrotiğin ve nevroz teorisinin nevrotik ısdırap için tüm şikayetlerini topladıkları “gerçeklik” denen şeyin bireyin iç etik istem çelişkisine karşı mücadelesinde en büyük yardım olduğu görülmektedir, çünkü, gerçeklik, ona, aslında egoyu bütünüyle kendi üzerine atan ve bu duruma uygun şekilde, ya acı verici olan ya da uyanmada tüm bu yanılsatıcı mekanizmaları aldatıcı ya da illüzyon bozucu olarak ifşa eden gece düşlerinden bile daha fazla, yükünü atma ve nesneleştirme ve rasyonalizasyon, kişileştirme ve inkar sunmaktadır.
Gerçeklik çoğunlukla bunu yapmaz, fakat, birey gerçekliği istemin negatif inkarı terimleriyle zorgusal kader olarak algılamadığı, fakat, gerçekliği istem dışa-vurumunun özgürlüğü ve seçimiyle yarattığı ve dönüştürdüğü ve aynı zamanda, yukarıda zikredilen yanılsatma mekanizmaları vasıtasıyla gerçekliği istediğimiz bir şeymiş gibi yorumlama ve tasdik etme konumunda olduğu sürece belirgin bir şekilde terapik bir etkisi vardır.
Yanılsatıcı diye isimlendirdiğim tüm bu mekanizmaları nevrozda inkar edilmiş görüyoruz; bu açıdan bakıldığında, bu mekanizmaları “nevrotik” olarak isimlendirmeyebiliriz, oysa psikanaliz, birey için istemi tasdik etme terimleriyle yaratıcı biçimlendirme ve kabulü mümkün kılma yerine, bireyi gerçekliğe uyum denilen şey için eğitmeyi istediğinde bu mekanizmaları yanılsatmacı yapma eğilimindedir. Kendini yaratıcı fantezide gösteren istem gerçekleştirimi, gerçek tatmin yerine bir ikame değildir, fakat esas olarak farklı bir şeydir. Gerçek tatminin yerini fantezide hiçbir şey tutamaz, tam da fantezi isteklerin gerçeklik tarafından hiçbir zaman tatmin edilememesi gibi. Her iki sfer ayrıdırlar ve ayrı kalırlar, çünkü, birinde (fantezide) birey her zaman için kendi istemi terimleriyle müstebitçe (otokratik şekilde) yaratmaktadır; doğrudur ki, bunu gerçeklik içinde de olumlu koşullar altında yapabilir, fakat bu durumda, malzeme kendine ait bir (karşı) istemi olan diğer bireyken, fantezide egonun kendisi hem malzemeyi hem karşı-istemi sunmaktadır. Yanılsatma mekanizmalarının bize gerçekliğe uyumu mümkün kılmadığı, fakat, gerçekliğin bizim istemimize göre dönüşümü ve onaylanmasını mümkün kıldığı gibi, aynı zamanda, tüm güçlükler ve çelişkileri içeriye, kendi egosu içine, istem-suç çelişkisi gibi göründükleri egonun içine fırlatırlar. O halde, bu iç çelişki dış dünyanın saldırgan mülkiyetinin alınmasının zorunlu sonucudur ve esas teşkil eden bir psikolojik antitezi temsil eder. Yaşamdan ya da terapik bir rahatlamadan, bireyin hem dış hem iç çelişkiden bağımsız kalması beklenemez. Durum sadece ikisi (dış ve iç çelişki) arasında bir denge meselesi olabilir, bununla birlikte, bir kerede ve her zaman için elde edilemez, fakat, yeniden ve hep yeniden yaratılması gerekir. Bu sonuç deneyim yoluyla ortaya çıkarsa da, ancak kader olarak yorumlanmadığında, fakat özgür kendini belirleme içinde yaratıldığında görülür.
Burada, kendini belirlemeyi, bireyin kendi kaderini bir gönüllü ve bilinçli yaratması olarak tanımlayabiliriz. Bu, bir dış anlamda hiçbir kaderi olmamak, fakat, kendini kader olarak ve kader yaratan güç olarak kabul ve tasdik etmek anlamına gelir. Bu iç kader, kendini belirlemeyi de, kendimizle yaptığımız zevk verici istem mücadelesi anlamında kapsamakta, onu(çelişkiyi) bilinçli bir şekilde istenmiş kendi yaratısı olarak yorumladığımız ve nevrotik bir şekilde, daha güçlü doğa-üstü kuvvetler ya da dünyevi otoritelerin kuvveti olarak yorumlamadığımız sürece varlığını kabul ettiğimiz çelişki anlamında kapsar. Her şey, kendi kaderimizin bu önüne geçilemez kendi yaratmasını duygumuzda nasıl algıladığımız ve bilincimizle nasıl yorumladığımıza bağlıdır ve bu da, yine, esas olarak, onun(idealimiz) cinsinden kendimizi ve kaderimizi yaratmayı istediğimiz bir dış ya da iç ideale sahip olup olmadığımız tarafından belirlenir. İşte burada, istem, duygu ve düşünmenin kendi aralarındaki oyun, dış gerçekliği oluşturan ve dönüştüren eyleme çevrilmektedir. Gerçek kendi ise kendini bu sferlerin hiçbirinde göstermez, fakat, her zaman için, halini almış olduğumuz ve olmak istemediğimiz kendinin aksine, olmak istediğimiz fakat olmadığımız diğer kendide gösterir. Bu duruma uygun şekilde, anlık deneyime uyacak şekilde kayan terapi, psikolojik hakikatin sert temeli üzerine dayanamaz. Meydanda olan hakikat, anın gerçeğidir ve bu haliyle yanılsatıcı kaldığı sürece yapıcıdır, oysa, dolaysız şekilde gözükmeyen, her zaman için yorumsal olan ve bu haliyle engelleyici ve yıkıcı olan psikolojik olarak doğruyu temsil eder.
Burada, “Hakikat ve Gerçeklik”te bilgi ve deneyim arasındaki fark olarak anlatmış olduğum çelişkinin en genel formülasyonu olarak kader ve kendini belirleme arasıdaki kontrast ile karşı karşıyayız. Emosyonel yer-değiştirme ve inkarın tüm aldanışı ile, kişiliğin gerçek deneyimde yaratıcı dışa-vurumu yapıcıdır. Kendi bilgisi (içe-bakış) tüm hakikat içeriği ile yıkıcıdır ve yıkıcı kalır. Burada nevrozlar problemine bir bilinç problemi olarak rastlıyoruz. Eğer, nevrotiğin hastalığının nedenlerini arama yerine, sadece kendimize diğer insanlardaki iyi sağlığın nedenlerini sorarsak, bu sağlığın, tümüyle anlayış eksikliğine, yanlış anlamaya, kendi psikolojilerini bilmemeye, kısacası yanılsamalara dayandığı açıktır. Ortalama insanın kendi psişik süreçleri ve motivasyonu hakkındaki bilgisi o kadar yanlış görünür ki, bu psişik süreçler ve motivasyon gerçekte yalnızca tam bir benzeme, taklidi olma halinde, hiçbir çeşit bilmenin zorluk çıkarmadığı bir illüzyon içinde iş görmektedir. Gerçeklik her zaman için tam da görünürdeki rüya içeriği gibi emosyonel açıdan yanlıştır, fakat, bunun da ortaya çıkardığı gibi eşit ölçüde yapıcıdır, gerçek yaşama için zorunlu olan yanılsatıcı elemanları ve mekanizmaları barındırmaktadır. Bu yüzden, ne bir doğal bilimsel ne de entelektüel bilimsel psikoloji olabilir, fakat, sadece, felsefik biçimde yönlenmemişse, yani epistomoloji ve etiği amaç almamışsa kendi içinde yıkıcı bir şekilde çalışan bir istem ve duygu psikolojisi olabilir. Çünkü, terapi, bireyin psikolojik hakikati üzerine değil, fakat onun gerçeklik deneyimi üzerinde, kişiliğinin dinamik dışa-vurumu üzerine temellenebilir. Bu duruma uygun şekilde, hasta, kendi psişik hakikati sayesinde nevrotik acı-çeken bireyi gerçek yaşamaya geri getirebilen, yegane terapik faili, yani, insan karşı-istemini temsil eden terapistte kişileşmiş gerçekliğe ihtiyaç duyar. Bu deneyim, hasta, terk etme deneyimi boyunca ve terk etme deneyimi içinde bağların büyük koparılmasını gerçekleştirene ve kendini bir birey olarak diğerinden ve kişileştirdiği her şeyden ayırana kadar, yansıtma ve kişileştirmenin tüm gerçeklik illüzyonlarında kendini dışa-vurmaktadır. Bu adım, onu bağlayan her şeyden uzağa, bireyin esas teşkil eden kendine gerçekten insan adımı iken, nevrotikteki tüm önceki adımlar, özgürlük ve bağımsızlık istemine suç reaksiyonu olarak bağlarına telafi edici bir sarılma ile yönlendirilmiştir.
Birey, gerçekliğin kader olarak bir kabulü yerine, kendinin kader belirleyici olarak kabulü için çabalarsa, terapik deneyimde kaderi belirlenmiş tutumdan kendini belirleyici tutuma bu adım egosantrik bir şekilde çalışmaz ya da gerçeklikten yabancılaşma eğilimi göstermez. Deneyimin tüm vurgusu, onu yaratmış olan gerçek bir kadere karşı savaştan, sadece kendi gerçekliğini yaratmakla kalmayan, fakat, aynı zamanda, verili olanı, kendini belirleme terimleriyle onaylayan, kendi isteyen bireyselliğinin kabulüne değişmektedir. Ortalama insan, kendini gerçek şekilde (really) algılar ve gerçekliği egosuna uydurur, yani, tüm daha önce zikredilen yanılsamalar yoluyla onu kabul edilebilir kılarken, nevrotik gerçek-dışı ve gerçekliği dayanılmaz algılamaktadır, onun için illüzyon mekanizmaları bilinmekte ve kendi bilinci tarafından yok edilmektedir.
Nevrotik kendini artık kendi hakkında aldatamaz ve kendi kişilik ideali için bile hayal kırıklığına uğramıştır. Kendini, fena, suç yüklü, aşağı olarak, Oedipus’un da kahramanı kaderi ile çarpışmasında keşfettiği gibi, insanlık hakkındaki hakikat olan, küçük, zayıf, çaresiz bir yaratık olarak algılar. Her şey illüzyondur, aldanmadır, ancak, bireyin kendine ve böylece yaşamı taşıyabilmesi için zorunlu aldanmadır. Nevrotik tip, sadece dini yansıtmanın gerçek-dışı istem haklı çıkarmasını ve dünyevi otoritenin ve sevgi ideallerinin gerçek haklı çıkarılma girişimlerini değil,fakat, aynı zamanda, çok kuvvetli suç bilinci yoluyla kendi etik ideal formasyonunu da yok ettiğinden, insanın kendi bilgisindeki iflasın bir ilanını temsil etmektedir. Nevrotikte, etik haklı çıkma için bir girişimde, kendi bireysel egosunun ideal formasyonunu bile maskeleyen insan tipini tanıyoruz. Zayıf, bağımlı, kötü ego kendini kendi içinde, ister batı Tanrısı gibi bir kozmik yaratıcı ile ilişkilendirsin, ister bir ailenin babası gibi bir bireysel yaratıcı ile ilişkilendirsin ya da en sonunda, kendi bireysel egosunu ideal olarak yorumlayan ve kendi bireysel egosunu bu haliyle otoritenin gerçek ve gerçek-dışı sembollerinin yerine koyan kendini yaratan kişilik ile ilişkilendirsin, yaratıcı yoluyla kendini haklı çıkarmak zorunda olan çaresiz yaratık olarak tanımaktadır.

Bu haliyle modern nevrotik tip, zirvesine psikolojik kendi-bilgisinde erişen insan içselleşme sürecini tamamlamış, fakat, aynı zamanda bir saçmalığa da indirgenmiştir. Daha fazla bilmeye ihtiyacı yoktur; sadece deneyim ve deneyim kapasitesi onu kurtarabilecektir. Bu yüzden, onun bilgisine psikolojik açıdan doğru ya da yanlış dememiz bir şey getirmez. Esas olgu, bu bilginin deneyimin karşıtı olan bir kendi-yorumunu ihtiva etmesidir. Bu anlamda, nevrotiğin yanlış yorumladığı ve psikanalizin doğru biçimde yorumladığı söylenemez; sadece farklı şekilde yorumlarlar, fakat, her ikisinin de yorumlamaya itildiği olgusu sabit kalır. Aynı zamanda, bu yorumlamanın doğru ya da yanlış bir şekilde mi motive olduğu da fark etmez, çünkü hiçbir genel kriter bulunmamakta, fakat sadece genelde, yaşamın yorumlanmasının gerektiği ve yoruma inanılmasının gerektiği, yani, illüzyon olarak kabul edilmesinin gerektiği olgusu vardır.
Bununla birlikte, hali hazırda psikanalitik bilgi ile yüklenmiş olan günümüzün nevrotiği, yükselen suç bilinci ile, hali hazırda bir doğa bilimi illüzyonunun üzerine dayandığı dini ve kişisel illüzyonları yok etmiş olarak, bir doğa bilimi illüzyonunu artık terapik açıdan kabul edememektedir. Ona daha fazla bilmek yardımcı olmamakta, fakat, sadece, istemesi, kaderinin bilgisi değil, kendini belirleyişinin yaşanması yardımcı olmaktadır. Bu durum ise, kendisi bir hayal kırıklığına uğramanın sürüşü olan doğa bilimi ideolojisinin maskesinde görünseler bile ya da daha geniş bir bilgi biçiminde görünseler bile, gerçek ya da spirütüel olsun yani illüzyonların yaratılmasıyla artık mümkün değil, fakat, sadece, verildiği haliyle, evet, kendisinden bir kuşkunun mümkün olmadığı yegane gerçeklik olarak bireyselliğin, kendinin kabullenilmesi terimleriyle mümkündür. Birey fiilen kendini gerçek olarak yapıcı ayrılma deneyiminde hissettiği için bu istemi diğerinde moral şekilde haklı çıkarmaya ya da bu isteme suç ile reaksiyon göstermeye zorlanmadan kendine yeniden istemek için güvenmektedir. Evet, bu ideali yaratıcı bir deneyimde kendi gerçek benliği olarak kabul ederse, istemini etik bir şekilde kendi idealinde haklı çıkarmaya bile boş verebilecektir. Ortalama insan her zaman bir rol oynar, her zaman eder, fakat aslında sadece kendini oynar, yani, kendi varlığını haklı çıkarmak için, oynuyormuş gibi yapması gerekir; aksine, nevrotik bu etmeyi, bu yapıyormuş gibi yapmayı reddeder ve ancak istemi haklı çıkarılmadan kendisi olamamaktadır. Etme imkansızlığı ile, istemin bu iki yüzlü rasyonalizasyonu dökülür, fakat, nevrotik etme üzerine rasyonelleştirmeyi kendi sorumluluğuna yerleştiremez. Bununla birlikte, dinamik terapide bu haklı çıkarma rolünü artık diğerlerine yükleyemeyeceği için ona sadece, olduğu şeyi oynuyormuş gibi yapmama, fakat gerçekten o olma çözümü kalır; başka türlü ifade edilirse, kendini olduğu gibi kabul etme çözümü kalır. O zaman, kendi ve ideal çakışır ve gerçek olarak algılanır, dış gerçeklik ise istemin ortaya konması için malzeme ve suç yükünden kurtulmak için bir terapik yol haline gelir. Her iki dışa-vurum yolunda da (dış gerçekliğin istemin ortaya konması için malzeme oluşu ve suç yükünden kurtulma) kuşkusuz yeni bir suç kaynağı buluyoruz, fakat, bu suç istemin kendisinin sonucu olduğu ve nevrotik suç bilinci olarak değil, bireysel suç olarak iş gördüğü yaratıcı deneyimde sürekli bir şekilde sadece cezası ödenebileceği için entelektüel olarak asla üstesinden gelinemeyecek bir suçtur.
O halde, bireysel nevrotiğin terapisinde bilgi ya da cehalet ile ilgilenmiyoruz, ne de bir “başka” ya da “daha iyi” bilmeye ihtiyaç ile ilgileniyoruz, fakat, bilmenin başlangıçta rasyonalizasyon olarak hizmet ettiği ve sonra sadece engelleyici bir şekilde kendine karşı çıktığı isteme ile ilgileniyoruz. Bireyin ulaşması gereken istem özgürlüğü her şeyin başında kendi ile, bireysellik ile ilişkilidir; bu yüzden, olduğu haliyle bunun istenmesi yapıcı terapinin amacının oluştururken, tüm eğitsel terapi biçimleri bireyi belirli bir ideolojinin terimlerinde olması gerektiği gibi değiştirmeyi istemektedir. Eğitsel terapinin bakış açısından, bireyin bu ideolojiyi yetkili olarak kabul etmesi, yani inanması gerekir; yapıcı terapinin bakış açısından, onun cinsinden kendini fena ve aşağı olarak algıladığı herhangi bir ideolojinin bir kıstası ile ölçülmek yerine ilk önce kendisine inanması gerekir. Erişilemez bir ideal ilişkili olarak bu reddedilme duygusu bireyi nevrotik olarak isimlendirirken, çağdaş ideolojinin reddini ilk önce insanlar cinsinden algılayan yaratıcı insan, kendisinin bir birey olarak, farklı olarak varlığını onaylayan ve ister kahramanca, ister artistik ya da isterse filozofik terimlerde olsun, belirli bir faz için her zaman yapıcı bir şekilde iş gören, ulaşılan bilinç seviyesine karşı gelen yeni bir ideolojiyi kendisi için yaratır. Çünkü tüm yapıcılık geçici (zamansal) ve sınırlıdır, evet, ebedi istem-suç çelişkisinde dolaysız şekilde kendini gösterdiği haliyle, tam olarak bilincin yeni çehresine şekil şemal verilmesi ve varlığının onaylanmasından oluşur. Bu yeni çehre ne kadar önce tanınır ve daha yoğun bir şekilde varlığı onaylanabilirse, daha yapıcı bir şekilde kullanılabilecektir. Bu durum terapik yanı sıra, terapik durumun psişik şekilde temsil ettiği deneyim için de geçerlidir.
Bununla birlikte, önemli bir noktada terapik deneyim gerçek deneyimden farklılık taşımaktadır. Gerçek deneyim esas olarak bir dış deneyimdir, terapik deneyim ise, sadece, hasta için, analitik gerçeklikle onun tarafından yaratılanın kendi benliği olduğunu göreceği ve kabul edebileceği kadar dış ve somut yapılabilen bir iç deneyimdir. Bu anlamda, bireysel terapi felsefiktir, Freud bunu kabul etmeyecektir, çünkü kendisinin yetişmiş olduğu medikal ideoloji cinsinden düşünmektedir. Fakat, nevrozun medikal bir problem değil, fakat moral bir problem çıkarıldığını ve buna uygun bir şekilde, terapinin nedensel değil, fakat yapıcı olduğunu, yani, zorundalığı sürmekte olan kendinin-bilinci terimleriyle şart koşulan, acı-çekenin, onun kendi başına ulaşamayacağı bir gelişme seviyesine ulaşmasını mümkün kılan bir süreç olduğunu kendisi bulmuştur. Hastanın bir dünya görüşüne ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç arttıkça daha çok artan kendi bilinci onu kuşkuya düşürür. Psikoterapinin, sadece acı-çekene ihtiyaç duyduğu felsefeyi, yani kendine inancı verecek bir konumu varsa felsefik karakterinden utanması gerekmez.

Geçmiş ve geleceğin gerçekte Allah Katında yaratılmış ve yaşanmış olarak saklı ve hazır olaylar olmaları bize çok önemli bir gerçeği gösterir: Her insan kayıtsız şartsız kaderine teslim olmuştur. İnsan nasıl geçmişini değiştiremezse, geleceğini de değiştiremez. Çünkü geçmişi gibi geleceği de yaşanmıştır; geleceğindeki tüm olaylar, ne zaman, nerede, ne yemek yiyeceği, kiminle ne konuşacağı, ne kadar para kazanacağı, hangi hastalıklara yakalanacağı, nihayetinde ne zaman, nasıl, nerede öleceği hepsi bellidir ve bunları değiştiremez. Çünkü bunlar zaten Allah Katında, Allah’ın hafızasında yaşanmış olarak bulunmaktadır. Sadece bunların bilgisi henüz kendi hafızasında değildir.

Dolayısıyla başlarına gelen olaylara üzülen, sinirlenen, bağırıp çağıran insanlar, geleceği için kaygılananlar, hırslananlar aslında kendilerini boş yere üzmektedirler. Çünkü, nasıl olacağından kaygı ve korku duydukları gelecekleri, zaten yaşanmıştır. Ve ne yaparlarsa yapsınlar bunları değiştirme imkanları bulunmamaktadır.

Bazı insanlar, “nasıl olsa kaderimde ne varsa o olacak, o zaman benim hiçbir şey yapmama gerek yok” diyerek çarpık bir kader anlayışı geliştirirler. Her yaşadığımızın kaderimizde belli olduğu bir gerçektir. Biz daha o olayı yaşamadan önce o olay Allah Katında yaşanmıştır ve bilgisi de tüm detayları ile Allah Katındaki Levh-i Mahfuz isimli kitapta yazılıdır. Ancak, Allah her insana sanki olayları değiştirmeye, kendi karar ve seçimine göre hareket etmeye imkanı varmış gibi bir his verir. Örneğin insan, su içmek istediğinde bunun için “kaderimde varsa içerim” diyerek oturup beklemez. Bunun için kalkar, bardağı alır ve suyunu içer. Gerçekten de kaderinde tespit edilmiş bardakta, tespit edilmiş miktarda suyu içer. Ancak, bunları yaparken kendi iradesi ve isteği ile yaptığına dair bir his duyar. Ve hayatı boyunca bu hissi her yaptığı işte yaşar. Allah’a ve Allah’ın yarattığı kaderine teslim olmuş bir insan ile bu gerçeği kavrayamayan bir insan arasındaki fark şudur: Teslimiyetli olan insan, kendi yaptığı hissini yaşamasına rağmen, bunların tümünü Allah’ın dilemesi ile yaptığını bilir. Diğeri ise, her yaptığını kendi aklı ve gücü ile yaptığını zannederek yanılır.

Örneğin, bir hastalığı olduğunu öğrenen teslimiyetli bir insan, bunun kaderinde olduğunu bildiği için son derece tevekküllü davranır. “Allah bunu kaderimde yarattığına göre, mutlaka büyük bir hayır vardır” diye düşünür. Ama “nasılsa kaderimde iyileşmek varsa iyileşirim” diyerek tedbir almadan beklemez. Aksine, olabilecek tüm tedbirleri alır. Doktora gider, ilaçlarını alır. Ancak gittiği doktorun, doktorun uyguladığı tedavinin, aldığı ilaçların, bunların kendi üzerinde ne kadar etkili olacağının, iyileşip iyileşmeyeceğinin, kısacası her detayın kaderinde olduğunu unutmaz. Bunların hepsinin, Allah’ın hafızasında, daha kendisi dünyaya gelmeden önce hazır olarak bulunduğunu bilir.

Allah, Kuran’da, insanların yaşadıkları herşeyin önceden bir kitapta yazılı olarak bulunduğunu şöyle bildirir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu