Osmanlı şehirleri ve özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?

Osmanlı şehirleri ve özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?
Bir şehrin çehresi ile şehir insanının inancı ve sahip olduğu değerler arasında karşılıklı, yoğun bir etkileşim söz konusudur. Dolayısıyla; Osmanlı şehirlerini kuran/düzenleyen/biçimlendiren üst tasavvuru anlamlandırmak için, evvela İslam’ın ‘şehir’ kavramına bakışının ne yönde olduğunun bilinmesi gerekir.

İslam dini bir şehirde ortaya çıkmış, gelişmiş ve tamama ermiştir. Gelişimi Medine şehrinde gerçekleşmiştir ki, Medine’nin, ‘medeniyet kelimesinin kaynağını teşkil etmesi’ ve şehirde yaşayanların birbiriyle münasebetini düzenleyen Medine Ahitnamesi’nin varlığı bu bahis açısından mühimdir. Buna ek olarak; İslam’ın şehir tasavvurunun varlığına ve mahiyetine en önemli işaret, Kuran-ı Kerim’de şehirler ve medeniyetler üzerine sıkça vurgu yapılmasıdır.Turgut Cansever’e göre “İslam genellikle zannedildiği gibi bir kırsal kültür değil, bir şehir kültürüdür”.


‘Göçebe’ kavramıyla/sıfatıyla anılmasına alışkın olduğumuz Türk toplumu, göçebe yaşamın getirisi olan yer değişimleri sayesinde, farklı kültürlerle karşılaşmış, farklı kültür değerlerini tanımıştır. Farklılıkların karşılaşması bir kaosa/çatışmaya sebep olmamış, aksine Türk toplumunun kendi kültür değerlerine farklı değerleri de katarak, daha vasıflı bir kültür karakterini elde etmesini ve kendine özgü ve özge bir yerleşik yaşam biçimi kazanmasını sağlamıştır. Türk toplumunun şehir tasavvurunun doğru değerlendirilebilmesi için, bu iki yaşam biçimi birbirinden ayrı düşünülmemeli, birlikte sürdürüldüğü göz ardı edilmemelidir.
İslamlaşma öncesi dönemde Türklerin yerleşme biçimi, özerk, kendilerine ait yerleşim birimlerinden başka, sair bazı etnik gruplarla da iç içe yaşam süreceği birimleri de içermektedir. Batı ve Doğu Türkistan’da Ari (Hint Avrupa) kökenli etnik gruplar ile ve seyrek olaraktan da Çin ve Moğol kökenlilerle bir arada yaşamıştır Türkler. Türklerin İslamlaşması sekizinci yüzyıla tekabül etmektedir. XI-XII. Yüzyıllarda ise Doğu ve Batı Türkistan’ın tamamı Türkleşmiş ve buradaki şehirler birer Türk şehri halini almıştır.
Kale, şehristan ve rabat şeklinde üç ana bölümden müteşekkil üç elemanlı şehir modeli, sıkı kültürel bağların varlığı sebebiyle, hem Türkistan’da hem de İran’da görülmektedir. Bu İslamî Türkistan-İran kültür değerleri Selçukluların Anadolu’yu fethi üzerine bu topraklara taşınmış ve yeni bir kültür karakterini meydana getirmiştir. Fakat Türkler, zaten pek çoğu sur ve kaleye sahip Bizans şehirlerini üç elemanlı şehir modeline dönüştürme çabasına girmemiş, fethettiği toprakların tarihi mirasına saygılı bir yerleşim metodu izlemiştir. Varolan yapıları zedelemeden ve aksine kullanarak ve şehri git gide genişleterek, şehrin hıristiyan yerli halkı ile iç içe yaşam sürmüştür. Osmanlılar zamanında da fethedilen topraklara aynı yerleşim metoduyla nüfuz edilmiş ve hatta, deneyim kazanılmış olması, devletin daha örgütlü ve güçlü olması gibi etkenler, şehrin eski yapıları zarara uğratılmadan, şehre yeni bir karakter kazandırılmasında daha etkili olunmasını sağlamıştır.
Bambaşka bir kültür mirası ile donanmış şehirleri, böylesi bir yerleşim metoduyla birer Türk şehri haline getirmek, şüphesiz toplumsal bir mutabakatı ve en önemlisi toplumdaki imar işlemine yardımcı, hayır yapacak kesimin arkasında bulunacak bir devlet gücünü gerektirmekteydi. Osmanlı şehirlerini Batı şehirlerinden farklı kılan imar sistemi de, Batı’da 12. yüzyıldan beri varolan beledî örgütlenme yerine, toplumda yüksek mevki sahibi şahısların, padişahın da desteğiyle, kamusal nitelikli yapıların inşasında bizzat rol aldıkları bu sistemdir.
Osmanlı şehirlerinde camii, zâviye, medrese, mektep, kütüphane, hastane, çeşme vs. dînî, kültürel ve sosyal eserler, hayır amacıyla bizzat şahıslar tarafından yaptırılmaktaydı. Bu eserlerin işlerliğinin sağlanması amacıyla da han, hamam, bedesten gibi gelir getirecek yapılar inşa ettirilmekte ve vakıflara bağlanmaktaydı. Tüm bu eserlerin sürekliliği vakıflar aracılığıyla sağlanmaktaydı ki Osmanlı şehirlerinde yaşamın devamlılığını sağlayan, şehri adeta iskelet vazifesi ile bir arada ve kendi içerisinde düzenli kılan, bu vakıfların varlığıydı. Zira gayri menkuller vakıflara mal edilmekteydi ve gelirlerin, sağlık, eğitim ve sosyal alanlarda hizmet ile şehir halkına geri dönüşü sağlanmaktaydı. Batıya açılış döneminde bu sistemin işlerliği bozuldu ve beledî sisteme geçildi ki bu 19. yüzyılın ikinci yarısına tekabül etmektedir.
Osmanlı şehirleri kurulurken, öncelikle topoğrafyanın en seçkin yerleri odak noktaları olarak belirlenmekte ve buralara cami, medrese, hamam, imaret gibi yapılardan müteşekkil kamusal alan yerleştirilmektedir. Cami ve medresenin konumuna göre ilk birkaç ev ve zamanla bu evleri takip eden diğer evler inşa edilmektedir. Bu inşa süreci de kurala yönelik, bir yol sistemi oluşturularak ve temel alınarak işlemektedir. Yolların oluşumunda da muntazam, paralel, dikdörtgen yapıda yollar ile topoğrafyayı yönlendirmek yerine, o oluşuma saygı çerçevesinde, yaradılışa uygun bir yol şebekesi belirlenmektedir. Dolayısıyla, kalıp halinde bir şehir planı ile değil, süreç içerisinde, topoğrafyanın özellikleri dikkate alınarak ve birbiri içerisinde uyum gözetilerek oluşmaktadır Osmanlı şehirleri.
Bu oluşum sürecinde dinî inancın bir yansıması, devam edecek olan kutsal öğretilerin sembolu niteliğinde, sabit kalan, değişmeyen ve en seçkin konumda yer alan yapılar inşa edilmekte ve buna mukabil standartlar düzeni ile ve fakat topoğrafya koşullarına ve sahibinin isteklerine göre değişime elverişli evler bulunmaktadır. Burada standartlar düzeninden kasıt belli kuralların varlığıdır ki bu kuralları koyan bir sanatkâr vardır, fakat mimariyi yapan kalfalardır. Pergel metaforu misali, değişmeyenin varlığına mukabil ve bağımlı vaziyette, süreç içerisinde değişenin varlığıdır esas olan. Dünya çapında bir yanılgı halini almış olan, tüm yapıların kalıcılığı ve müdahale edilmezliği ilkesi, insanı eşref-i mahlukat kabul eden ve yüce değerlere ulaşmasına imkan verecek olan çevresinin düzenlenmesine bizzat katılmasına imkan sağlayan Osmanlıdaki inanç sistemine uymayan bir ilkedir. Zira, “Beka, sadece süreklilik değildir, değişimin sürekliliğidir.”(Henri Frankfort’tan aktaran Mustafa Armağan). Osmanlı şehrinde vücut bulan; zaman içerisinde değişime, ekleme yapılmasına elverişli yapıların varlığı, nesillerin dondurulmuş mekanlarda, isteklerinin, ihtiyaçlarının karşılığı olmayan binalarda yaşaması yanlışını ortadan kaldırmaktadır.
Osmanlı şehirlerinde odak noktalarının çeşitliliği, kendi alanında söz sahibi pek çok idari kısmın varlığına imkan sağlamakta ve bu haliyle, çok merkezlilik göze çarpmaktadır. Bu merkezlerin varlığı ve büyüklüğü, evlerin küçük, mütevazi yapıları ile beraber şehirde yaşayan insanlara bulundukları konumları da hatırlatmakta, yapıların arasında kaybolmasını engellemektedir. Evlerin küçük olması, yalnızca odak noktalarında bulunan, değişmezliğin sembolu olan yapıları değil, tabiatı ve insanları da yüceltmektedir. Evler genellikle tek katlı olup, zemin kat avlunun devamı niteliğinde, misafirleri ağırlamak amaçlı kullanılmaktadır ve esas yaşama alanı üst katta yer almaktadır.
Öte yandan Osmanlı şehirlerinde, evlerin bahçeleri ve bahçelerde kullanılan çeşme, havuz gibi eserler sayesinde, tabiat ile birlikte ve tabiata uyumlu bir yaşam sürülmektedir. Evlerde küçük ölçülü ağaçlar ve çiçekler kullanılırken, merkezî alanlarda ulu çınarlara yer verilmektedir. Şehir çevrelerinde ise, şehir halkının beslenmesine hizmet edecek tarım alanları, bostanlar, bağlar yer almakta, hayvancılık alanları bulunmaktadır ve Okmeydanı, bayram yerleri, mesire yerleri şehrin önemli kısımlarıdır.
Velhasıl-ı kelam; Osmanlı şehirleri, İslamî inanca uygun olarak, tezatlıkların varlığının uyumu gözetilerek, değişemez olan ile değişebilenin iç içe ve bağımlı yaşatıldığı şehirlerdir. Süreç içerisinde cereyan eden gelişimin, tabiata uygun oluşuna ve şehir halkının, yapılar karşısında küçülen varlıklar değil, yapıların yücelttiği varlıklar olarak yaşamasına önem verilmiştir. Tevhidî inancın bir yansıması niteliğinde, geliştirilen standartlar düzeni sayesinde şehir halkının fakirinin de zenginin de, esas anlamda eşit imkanları sunan evlerde oturması sağlanmaya çalışılmış, her birinin çevresini güzelleştirme işlemine katılması düşüncesi esas alınmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu